Paylaş
2005 yılında Berlin’deki bir medya zirvesinde konuşma yapmam istenmişti. Kabul edip gittim. Dünyanın birçok yerinden gelen meslektaşlarımızla bir hafta sonu geçirdik. Üç günlük programda bir yandan medyanın geleceğini tartıştık, bir yandan da küçük gruplara ayrılarak geleceğin medyası üzerine fikirler ürettik.
Programın ortasında da farklı coğrafyalardan bir araya gelmiş gazetecilerin önceden belirlenmiş konular üzerinde tartıştıkları küçük çalıştaylar yapıldı.
Benim konuşmam sabah oturumundaydı.
“Bireysel özgürlükler ve medya” üzerine kendi görüşlerimi söyledim.
Bu oturumda ABD, Meksika, İsveç, Nijerya, İtalya, Rusya, Kanada, Finlandiya’dan gelen gelen meslektaşlarımla bir tartışma yaptık. Moderatörümüzde bir İngilizdi.
Soru cevap kısmında epeyce terlediğimi hatırlıyorum.
Özellikle izleyiciler arasında Türkiye’ye karşı önyargılı olan birkaç kişi, biraz da provakatif sorularla salondaki tansiyonu epeyce yükseltti.
Medyaya olan baskılar, bireysel özgürlüklerin kısıtlanması, fikir özgürlüğü, yargı kararları ve Kürt meselesi en fazla üzerinde durulan konulardı.
Dilim döndüğünce, örnekler vererek Türkiye’yi anlatmaya çalıştım.
Böyle zamanlarda insanın kendinden örnekler vermesi, bu örneklerden yola çıkarak genel yorumlar yapması ortamı rahatlatıyor. Ben de öyle yaptım.
Kendi yaşadıklarımı, deneyimlerini, izlenimlemi alattım, sıkıştığımda da dünyadan örnekler verdim.
Bir anlamda, “Bizde eksikler olabilir, gelişmiş demokrasilerde de yanlışlıklar yok mu?” demeye getirdim.
Etkili olduğunu söyleyebilirim.
***
Son oturumda ilginç bir konu tartışılıyordu. “Güncelden genele” gibi bir başlığı vardı, yanılmıyorsam... Alman medyası toplantıların yapıldığı hafta bir olayı tartışıyordu.
Münihli bir çift yaz tatili için İtalya’ya gitmişti. Bu sırada anneleri ölmüştü. Çifti aradıklarında, “Tatil dönüşü cenazeyi alırız” cevabını almışlardı.
Yani tatillerini yarıda kesip dönmemişlerdi. Son iki günü tamamlayıp öyle Münih’e gelmişlerdi.
Alman medyası, “çocukların anne, babalarını ya da yakınlarını bakmaları için yasal bir düzenlemeye gitmeli mi, gitmemeli mi” konusunu masaya yatırmıştı.
Bazıları “Yasal düzenleme yapılamaz” fikrini savunuyordu, bazıları ise aksini söylüyordu.
Ben de içimden, “bir anneyle, bir babayla çocuklarının ilişkisini yasal düzenlemeyle nasıl dizayn edilebilir ki” diye geçiriyordum.
Sahiden yapılabilir mi?
Kendi annem, babamla ilişkimi düşündüm, kızkardeşimin... Tanıdıklarımın...
Yasa birşey dese de benim beynimden geçenlere nasıl hükmedecek, nasıl söz geçirecek, nasıl emredecek?
Emredecekse de nerede anne olmak, baba olmak, çocuk olmak...
Bize öğretilenler, bizim yaşadıklarımız, Türkiye’nin gelenekleri, görenekleri...
Dünya bir yana, anne baba bir yana değil midir?
***
Söz aldım ve dedim ki...
“Yasal bağ değil, sevgi bağı önemli... Bizde öyledir, Türkiye’de böyledir. Yasalar söylese de kalp istemezse, beyin söylemezse ne fark eder ki... Evet, demokrasilerde kurallar konulur, yasalar çıkarılır, hayat dizayn edilebilir. Ama... Bir anneyle, bir babanın çocuklarıyla olan ilişkisi o çıkarılan, çıkarılacak yasalardan çok, ama çok daha kuvvetlidir. Çünkü, içinde sevgi vardır, saygı vardır. Hem sevgi de saygı da karşılıksızdır...”
Salonda alkış koptu...
Beni birkaç saat once sıkıştıran, demediğini bırakmayan, bireysel özgürlükler konusunda Türkiye’yi sınıfta bırakanlar bile yorumumdan etkilenmişti.
***
Oğluna nafaka davası açan, Şükriye Akbulut’un hikayesini okurken o medya zirvesi aklıma geldi.
Elbette yaşananları bilemeyiz, dışarıdan yorum yapmak her zaman doğru olmuyor.
Ama şunu biliyorum ki...
Aile ilişkileri mahkemelere düşmemeli.
Tartışma olabilir, anlaşmazlık olabilir, uyumsuzluk olabilir, herşey olabilir...
Üstelik mahkeme de bir karar alabilir.
Ama o karar ne kadar önemlidir, ne kadar anlamlıdır, size soruyorum...
Ben aynı yerdeyim, aynı görüşteyim.
Bir anneyle, bir babanın çocuklarıyla olan ilişkisini yasalar değil aile bağları belirlemeli.
Paylaş