Paylaş
Öğlen fazla kaçırdıysam; akşamı hep geçiştirdim.
Bir, iki gün davetten davete gitmişsem; sonraki birkaç gün meyve sebzeden başka bir şey ağzıma koymadım.
Bu arada sporu da ihmal etmemeye çalıştım.
Öyle ağır sporlar filan değil; uzun yürüyüşler yapıyorum örneğin... Hem ruhuma iyi geliyor, hem de bedenime...
Hava da uygunsa, biraz da yüzme...
Ama bunları sırf istediğimde, iştahım yerinde olduğunda, yemek yiyebilmek için yapıyorum.
O yüzden de Türkiye’yi dolaşıyorsam; yöresel lezzetlerin peşinde koşuyorum.
Mardin’e gidiyorsam Mardinli arkadaşlarımı; Antakya’ya gidiyorsam Antakyalı dostlarımı buluyorum.
Kars’ta ne yenileceğini; Van’ın kahvaltısının neden meşhur olduğunu...
Afyon mutfağını, Konya’nın yemeklerini, Samsun’un kendine özgü tatlarını...
Geleneksel lezzetlerini...
Türkiye’nin gizli ama yöresinde çok meşhur lokantalarını kendime göre bir arşivde topluyorum; mutlaka uğranması gerekenler listesini çıkarıyorum.
Bütün bunları yaparken de büyük keyif alıyorum.
¡¡¡
Tabii bunları yurtdışına giderken de yapıyorum.
Bir altın avcısı gibi ben de gittiğim yerlerin “en klasik” olanlarını bulup çıkarmaya devam ediyorum.
Geçen hafta yaptığım gibi...
İtalya’daydım; önce Roma, sonra Floransa...
Roma’da daha önce yıldızlarla taçlandırılan bir restoran keşfetmiştim. Adı Pergola’ydı. Pergola bütün Romalıların, üstelik hiçbir konuda anlaşamayan, seçimleri bile foto finişe bırakan Romalıların, ağız birliği edip “en iyisi” dedikleri lokantadır.
Bu sefer bir başka adrese gittim.
Nino... İspanyol merdivenlerinin hemen karşısında bir yer...
Turistik olmayan daha çok Romalıların gittiği bir mekan... En az Pergola kadar iddialı bir restoran... Nino’nun duvarlarında ünlülerin fotoğrafları vardı. Hollywood yıldızlarından devlet başkanlarına kadar birçok ünlünün fotoğrafları asılmıştı. Berlusconi’den Sophia Loren’e kadar birçok tanıdık yüzü gördüm. Richard Gere’den Paul Newman’a kadar birçok kişi Nino’nun yemeklerini tatmış.
Türkiye’deki en iyi restoranlarda ödediğiniz fiyatın da çok ama çok altında bir fiyat ödedik.
Bir kez daha anladım ki...
Avrupa’nın en pahalı restoranları Türkiye’de...
¡¡¡
Roma’dayken bile aklım Floransa’daydı.
Floransa’daki mahalle arasındaki “Il Latini” yi hem birkaç arkadaşım önermiş, hem de internette araştırmıştım.
“Il Latini” Floransa’da trattoria denilen klasik aile işletmeleri arasındaki en ünlülerindendi.
Floransa’da olduğum gün sabahın erken saatlerinden itibaren randevumuz olan 19.30’a kadar kentin bütün sokaklarını tavaf ettim.
Akşamı düşünerek öğleni sadece geçiştirdim.
Aralarda bile atıştırmadım.
Artık daha fazla yürüyecek halimizin kalmadığını hissettiğimizde rezervasyon saatimizden 20 dakika önce 19.10’da “Il Latini” nin önüne geldik.
Restoranın önünde müthiş bir kuyruk... Zannettik ki; masa saati uygulaması burada da yapılıyor.
Bir baktık ki; restoranın içi boş...
Restoranın sahipleri, çalışanlar, ortaya büyük bir masa yapmışlar; yemek yiyip içkilerini içiyorlar.
Sohbet belli ki koyu... Birbirleriyle şakalaşıyorlar birbirlerinin taklitlerini yapıyorlar.
“Rezervasyonumuz var...” diyecek olduk; “19.30’da başlıyoruz” cevabını aldık.
Gerçekten de öyle oldu.
19.23’te hepsi kalktılar; masaları yerleştirdiler, son hazırlıkları yaptılar.
Ve tam 19.30’da sanki bir futbol takımının oyuncuları gibi hepsi ortada bir araya geldiler.
Anlayamadığımız bir slogan ve birkaç hareket yaparak, kapıları açtılar.
¡¡¡
İtalyanların damak tadı bizimkine çok yakındır. Floransa’nın yemekleri de öyledir.
Il Latini’nin yemekleri de öyleydi.
Ben “Il Latini” nin klasik menüsünü tercih ettim.
Bazı arkadaşlar da farklı yemekler... Elbette o lezzetlerden de bir iki lokma almadan yapamadım.
Ama benim menüm şöyleydi.
Bruschetta (kızarmış ekmek üzerine, zeytinyağı, sarmısak, domates ve fesleğen), Bistecca alla Fiorentina (Floransa usulü pişmiş kalın biftek), Carpaccio (ince dilimlenmiş çiğ sığır eti), yanında da Toskana Vadisi üzümlerinden yapılmış Chianti Classico şarabı...
¡¡¡
Ben ritüelleri çok severim.
Hayatın önemli ayrıntıları olarak kabul ederim.
Il Latini’ye de, Il Latini’nin çalışanlarına da bayıldım.
İnsan yaptığı işe saygı duyuyor ve bunu tutkuyla yapıyorsa her şey çok başka oluyor.
Paylaş