Paylaş
İnsan kendini dinlememeli, ama kendini iyi izlemeli.
Çünkü, vücut çoğu zaman sinyal veriyor.
O sinyal de hayat kurtarıyor, erken teşhisin konmasına neden oluyor.
Gazeteciliğe başladığımda tercihim ekonomi oldu. Ekonomi muhabirliği meslekte bana çok şey kattı.
Yazı işlerine geçince ekonomi sayfalarını yönetmek benim işimdi, ek iş olarak da sağlık sayfalarını bana verdiler.
O yüzden dost ortamında hep söylerim, “Bende 100 gramlık doktorluk vardır” diye...
Normal, o kadar çok haber okuyunca, tıptaki yeni gelişmeleri takip edince, uzman hekimlerin açıklamalarını sayfalarda yer verince insan 100 gram doktor oluyor.
***
Geçen hafta sonu sağ kasığımda bir ağrı hissettim.
Bu ara çok seyahat ettiğimden bir soğuk algınlığı da olabilirdi.
O yüz gram doktorluktan belki, olmadığını düşündüm.
Eve giderken direksiyonu çevirdim ve Medical Park’ın Başhekim Yardımcısı Zeki Hozer’i aradım.
15 dakika içinde ultrason, MR, Prof. Dr. Murat Sözbilen’in muayenesi...
Medical Park İzmir Genel Müdürü Veysi Kubba ile Başhekim ve Bölge Koordinatörü Zafer Beken de odaya, “Apandisit gençlik belirtisi” diye içeri girdiler.
Hayda...
50’lere gelindiğinde gençlik lafı güzel de apandisit dendi mi geri sayım başladı demektir.
Biraz hal hatır filan, sonra ameliyat önlüğü kaçınılmaz.
Oldu bitti, o yüzden birkaç gün yazı yazamadım.
***
Birincisi; insan önce kendi kendinin doktoru olacak.
İkincisi; öyle “geçer, bir bakayım” dememek lazım, erken adım atmak çok şeyi değiştiriyor.
Üçüncüsü; tıp gerçekten çok ilerledi, hastanelerimiz çok modern cihazlara sahipler, ama en önemlisi çok iyi doktorlarımız var.
Dördüncüsü; İzmir ‘Sağlık Turizmi’ açısından bulunmaz bir adres... Çünkü, ben bu ameliyatı olmasaydım, bugün İspanya’dan dönüyor olacaktım. Eminim Bilbao’da hem kendimi ifade etmekte zorlanacaktım, hem de Türkiye’deki kadar hızlı bir sağlık hizmeti alacağımı zannetmiyordum.
Beşincisi; benim gibi hijyen, koku takıntıları için bile bugünün hastaneleri o eski ortamlardan çoktan çıkmış oldu. Artık içeri girdiğinizde ne sizi sarsan bir koku duyuyorsunuz, ne de hafızalara kazınan o ortamlar... Her biri artık otel havasında, devlet hastaneleri dahil...
***
Ve teşekkürüm.
Başta Prof. Dr. Murat Sözbilen olmak üzere, Zafer Beken, Veysi Kubba, Zeki Hozer ve ekibine...
‘Evet’ ya da ‘Hayır’
ŞUNU hissediyorum.
Nereye gitsem herkes siyaset konuşuyor, ama aslında konuşmak istemiyor.
Herkes sonucu merakla bekliyor, 17 Nisan sabahından itibaren uzun bir süre siyasetin ‘S’sini bile duymak istemiyor.
Peki insanlar ne istiyor?
İstikrar, huzur, güven...
Ve siyaset dışındaki diğer gündemler...
Ben Türkiye’nin geleceğine hep inandım, o yüzden de karamsar olmayanlardanım.
Bazen arkadaşlarım beni eleştiriyor.
Onları da anlıyorum.
Ama şunu da biliyorum ki...
Türkiye’nin her sorununda çare yine bizleriz...
Hepimiziz...
Ve demokrasimiz...
Daha güçlü demokrasi vurgusu yapmamın nedeni de bu...
‘Evet’ ya da ‘Hayır’...
Sonuçta Türkiye kazanmalı...
Ve 17 Nisan sabahından itibaren siyasati ikinci plana bırakmalıyız.
Yağmurlu bir günde
YAĞMURLU bir günde evde olmanın dayanılmaz hafifliği...
* Üç kitabı aynı anda okumaya başladım. Üçü de fena gitmiyor.
1– Zülfü Livaneli’nin ‘Huzursuzluk’u...
2– Ferzan Özpetek’in ‘İstanbul Kırmızısı’...
3– Gülşah Elikbank’ın ‘İhtimal’i...
* Oscar’lı filmleri izlemek...
Ben olsam Moonlight’ı değil La La Land’ı tercih ederdim.
* Spotify günlüğü...
Sabahtan klasik başlayıp öğlene doğru “Benim seçtiğim operalar”ı tıklamak, akşama doğru “unutamadıklarım”a takılmak...
* Televizyonda hep haber kanalları açık olunca pazartesi sendromunun dışında grup toplantılarından dolayı salı sendromu diye bir şeyin de olduğunu hatırlamak...
Kadınlarımızın gününde
KADINLAR Günü’nde, kadınlarımızın sorunlarını konuşmadığımız bir Türkiye istiyorum. Kadınlar Günü’nde, kadınlarımıza şiddet haberlerinin olmadığı bir Türkiye istiyorum. Kadınlar Günü’nde, kadınlarımızın başarılarıyla, yaptıklarıyla, hayal ettikleriyle gurur duyduğumuz bir Türkiye istiyorum. Kadınlar Günü’nde, tüm kadınlarımızın mutlu olmasını istiyorum.
Paylaş