Paylaş
İzmir’de çok uzun yıllardır ve bu kadar iddialı yapılmayan bir işe soyundu.
Şenocak Yayıncılık’ı kurdu. Bu sayede onlarca, yüzlerce yeni kitap okurlarıyla buluştu.
Ege’yi anlatan, İzmir’i yaşatan, hafızalarımızı tazeleten kitaplar kütüphanelerimizi süslemeye başladı.
Türkiye’nin iyi kalemleri, ünlü yazarları imza günleri için İzmir’e gelmeye başladı.
Bununla da kalmadı Bülent Şenocak...
Alsancak’ın tam göbeğine bir de Şenocak Kitapevi’ni açtı.
İki katlı, şık, Avrupa’dakileri hiç aratmayan... Harika bir ortam...
Al kitabını, çık ikinci kata...
Hem kahveni iç, hem kitabını oku...
İstersen dostlarınla buluş, edebiyat sohbetleri yap...
CEP TELEFONUMDAKİ MESAJ
Ben her Alsancak’a indiğimde mutlaka kitapevine uğramaya çalıştım.
Bazen kitap aldım, bazen dergileri karıştırdım.
Dediğim gibi insanı baştan çıkaran o kahve kokusuyla...
Geçenlerde cep telefonuma kitapevinden bir mesaj gelince çok üzüldüm.
Mesaj, “Kitapevimizi haftaya kapatıyoruz” diye başlıyordu.
Gerçi sevgili Bülent Şenocak’la zaman zaman konuşuyor ve genel gidişatla ilgili bilgi alıyordum ama...
Yine de İzmir’e bu kadar yakışan ve büyük bir kültür hizmeti veren Bülent Şenocak’ın biraz daha bekleyeceği umudunu hep taşıyordum.
Çok yakından biliyorum.
Bülent Şenocak, kendine bir misyon edindi.
Birilerinin İzmir’in, Ege’nin hafızasını yeniden tazelemesi, tarihe ve aynı zamanda geleceğe hizmet etmesi gerektiğini savundu.
Çok da güzel işler yaptı.
Örneğin; 2008’de yayın hayatına başlayan İzmir Tarih ve Toplum Dergisi’nin her bir sayısı birbirinden güzeldi.
Birbirinden ilginç yazılar, araştırmalar dergide yer aldı.
Şenocak, derginin bu kente bir harita, bir pusula, bir yol arkadaşı olmasını istemişti.
Yine bu dergi sayesinde bazen önünden geçtiğimiz, ama ne olduğunu bilemediğimiz, ismini hiç duymadığımız birçok tarihi eserin, saklı kalmış hazinenin, tarihe mal olmuş kişilerin bilinmesini arzu etmişti.
HÜZÜNLÜ BİR VEDA YAZISI
Dergi yedinci sayısında hüzünlü bir vedayla yayın hayatına son verdi.
Bülent Şenocak, son yazısında şöyle demişti:
“Bizim yaptığımız bu antika işin pek meraklısı yok. Arz ettiğimiz malın piyasadaki alıcısı sınırlı. Daha fazla ısrar etmenin anlamı yok dedik. İçimiz kan ağlayarak, bu sayıdan itibaren sizlere veda etmeye, meydanı tekrardan ‘İzmir’in tarihini bir tek ben bilirim’ diyen bazı önemli şahsiyetlere bıraktık.
Olmadı... Başaramadık... Özür dileriz...
Biz bir magazin dergisi olmadığımız için dergimizde, kim, kiminle, nerede, ne yapmış? Ne giymiş? Bunlara yer vermedik. Biz ‘Tarih gerekliliğinin bilincinde olmayan şehirliler, o şehri tüketecektir’ sözünün bizlere hatırlattığı kentlilik bilinciyle hareket edip tarihe, sadece tarihe ayırdık sayfalarımızı... Bu arada, üzerine parmak bastığımız, işaret ettiğimiz bazı yapıların korunması adına olumlu adımlar atılmasını sağladık. Bu yapılarla ilgili olarak çıkan yazılarımız sayesinde İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ‘Tarihe Saygı Ödülleri’ kapsamında ‘Tarihsel Çevre ve Kültür Varlıkları Koruma’ dalında ödüle layık görüldük. Televizyonlara davet edildik, gazetelerde dergimiz ile ilgili övgü dolu yazılar çıktı. Fakat tüm bunlara rağmen, tanıtamadık, anlatamadık kendimizi.
Olmadı... Başaramadık... Özür dileriz...”
Bu yazı beni de çok etkilemişti.
Cep telefonuma düşen mesaj da...
Bülent Şenocak Don Kişot’luk yaptı; İzmir için bir deneme yaptı.
“Olmadı... Başaramadık...” diyebilecek cesareti gösterdi.
Ya biz...
İzmir için Don Kişot’luk yapanlara bir özür borcumuz yok mu?
Türkler, Kızılderililer ve Soykırım
SÖZDE Ermeni soykırımı tasarısının komisyonda kabulü birçok insanın aklına Kızılderilileri getirdi. Haksız da sayılmazlardı hani... Soyları kırılmış (!) Ermenilerin koskoca bir ülkeleri ve diasporaları varken, soyları kırılmamış (!) Kızılderililerin ne bir ülkesi vardı, ne de diasporası...
Kızılderililer, Türkleri ilgilendirir miydi? Akrabaysak, bal gibi ilgilendirirdi. Klişeleşmiş “Kızılderililer Türk mü?” sorusunu Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan “Türkler ve Kızılderililer” kitabında (Pegasus Yayıncılık) yanıtlıyor:
“Tabii ki, değil; onlar bizim amcaoğullarımız.”
Türkkan’a göre, uzaktan akrabalarımız M.Ö. 17-20 bin yıllarında buzlarla kaplı olan, bugünkü Bering Boğazı’ndan geçerek ilk Amerikan yerlilerini oluşturmuşlar; M.Ö. 1200’lü yıllarda ise, daha yakın akrabalarımızdan Etrüsklerin bir kolu, gemilerle Cebelitarık boğazını geçerek bugünkü Meksika’ya ulaşmış, Aztek ve İnka uygarlıklarının öncüsü “Olmek Uygarlığı”nı kurmuş. Kanıtlardan bazıları; 300’den fazla ortak sözcük (dilbilim kurallarına göre Türkçe’de aynı anlama gelen “Havasu”, Akkapına”, “Çapultepek”, “Tepehuan” gibi bileşik sözcüklerin her birinin rastlantı olma olasılığı milyonda bir); 12 hayvanlı Türk takvimin neredeyse aynısı Aztek takvimi; benzer piramitler, heykeller, kilim desenleri, töreler, efsaneler (İnkaların Kapaktakon efsanesi - Ergenekon efsanesi).
¡
Prof. Ward Churchill 1500 yılında 12 milyon olan Kuzey Amerika Kızılderililerinin sayısının 1900’de 237 bine düştüğünü, bunun “tarihin en uzun süreli soykırımı” olduğunu bildiriyor. Prof. David E. Stannard ise “Amerika’nın Soykırım Tarihi” kitabında (Gelenek Yayınları) Amerika’nın Kızılderilileri bütünüyle ortadan kaldırmak amacıyla; önceden tasarlanmış, çiçek mikrobu bulaşmış battaniye hediye etmek gibi insanlık dışı yöntemler kullandığını anlatıyor; onlarca milyon insanın ölümünü “tarihin en kötü soykırımı” olarak niteliyor. Ezilen tüm insanların bu düzene karşı birlikte savaşmalarının, haklarına ve doğal zenginliklerine sahip çıkmalarının, özgür ve onurlu yaşamak için bir zorunluluk olduğunu ekliyor sözlerine.
En güzelini ise Kızılderililer söylüyor: “Eğer beyazlar kazanırsa bu bir savaştır; eğer Kızılderililer kazanırsa bu bir katliamdır.”
(Prof. Dr. Ülgen Zeki Ok’un kaleminden, okulgen@superonline
Paylaş