Paylaş
Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’un şu sözlerini çok samimi, çok içten, çok insani buluyorum.
Diyor ki...
“14 yıldır belediye başkanlığı yapıyorum, konuşmadığım sadece iki kişi var. Kinin ve nefretin insana kazandırdığı bir şey yok. Türkiye bunun acısını çok çekiyor. Bunun için artık, birlik beraberlik olma zamanı el ele tutuşma zamanı, dil din ırk mezhep ayrımı yapmadan yaşama zamanı. İnsanın başına ne zaman ne geleceği belli olmuyor. Ben rüyamda görsem inanmazdım böyle bir olay yaşayacağımı, onun için kimseyle küs olmaya gerek yok. Kimseyle derdim yok, kimsenin kalbini de kırmışlığım yoktur. Eğer öyle bir hatam olursa zaten özür de dilerim. Bu olayda affetmeyi öğrendim. Herkesi affediyorum...”
***
Ben affetmenin insanı rahatlatan bir duygu olduğuna inandım hep... Ve olayların üzerinden çok geçmeden, mümkünse hemen affetmenin insanı olgunlaştırdığını da biliyorum. Öfkeyle yaşamak insanı hırçınlaştırıyor, çirkinleştiriyor, kırıcı yapıyor.
O yüzden “affetmeyi öğrenmek” duygusunun çok küçük yaşlarda keşfetmek gerekiyor.
Biliyorum, kolay değil.
Biliyorum, insan inciniyor.
Biliyorum, haksızlığa uğradığımızı düşünüyoruz.
Ama şunu biliyorum ki...
Hayat haddini bildirerek, fırsat kollayarak, bir başkasının açığını, eksiğini, yanlışını kollayarak da geçmiyor.
Affetmeyi öğrenmek, affetmeyi bilmek inanın insanı insan yapıyor.
***
Son dönemdeki ruh hali
Her gün yazı yazan biri olarak övülmeye, ama daha çok eleştirilmeye alışığım.
Normaldir, herkesin benim gibi düşünmesini, benim gibi olaylara bakmasını beklemiyorum.
Her şeyin çok hızlı, her şeyin daha dijital, her şeyin çok boyutlu olduğu bir dünyada fikirlerin de havada uçuşmasını sağlıklı buluyorum.
“Ben katılmıyorum” diyebilmenin ne kadar önemli olduğunu çok iyi biliyorum.
“Katılmıyorum, üstelik şöyle düşünüyorum. Gerekçelerim de bunlar” diye başlayan bir cümlenin demokrasiler için ne denli kıymetli olduğunu çok küçük yaşlarda fark ettim.
Örneğin; ben öyle bir ailede büyüdüm.
Anne ve babamız, “Biz böyle düşünüyoruz, ama siz de düşüncenizi söyleyin” derlerdi.
Ne mutlu ki, öyle okullarda okuduk, öyle iş yerlerinde çalıştık.
“Bir fikrim var” demenin rahatlığını bugüne kadar hep yaşadım.
Yazı yazan biriyim, ama dikkatli bir okur olduğumu da bilmenizi isterim. Türkiye’de çıkan hemen bütün gazeteleri okurum, dijital dünya sayesinde bütün köşe yazılarını takip etmekle birlikte okur tepkilerine de bakarım.
Şöyle bir gözlemim var.
Siyasetin dili sertleştikçe, “Benim gibi düşünmüyorsan, ben de seni dinlemiyorum” mesajı yayıldıkça, “Ya bendensin ya da karşı taraftansın” baskıları arttıkça...
Bakıyorum, eleştirilerin dozu da tepkilerin üslubu da artıyor, sertleşiyor.
Güya siyaseti eleştiriyorlar, güya yaratılan iklimden şikayet ediyorlar, ama bu eleştirileri yapanlar nedense aynanın karşısına geçip kendilerine bakmıyorlar.
Bir projeyi, bir kurumu, bir ismi övdüğünde siyasetin karşı tarafı “Onlardan...” deyip, siyasetin dilinden bile daha sert bir ifadeyle başlıyor konuşmaya...
Aksi olduğunda da eleştirdiğinde de bu sefer siyasetin bir başka tarafı “Bizden değil, onlardan...” demekten de çekinmiyor.
Oysa bilmiyorlar ki...
Gazetecinin tarafı olmaz, haberini yazarken, yazısını yazarken objektif olmalıdır, objektif kalmalıdır.
Paylaş