Öncelikle bu düşüşün neden kaynaklandığına bakalım:
1- Parite etkisi. Yani dolar Euro karşısında bugün de tarihi bir düşüş yaşadı ve 1,3550 seviyesine kadar geriledi.
2- İç piyasada vergi ödemeleri nedeniyle yerli yatırımcılar ciddi miktarda dolar bozdurdu.
Bu iki etken birleşince de dolar Türk Lirası karşısında 1 milyon 346 bin liraya kadar indi.
Geçen hafta cumadan bu yana dolardaki düşüşü yazıyoruz ve bunun sebeplerini eksik bırakmadan ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu yazıların hemen tamamında da “eğer kur 1 milyon 350 bin lira seviyesinin altına gerilerse buradan bir Merkez Bankası müdahalesi görebiliriz” demiştik. Peki o halde Merkez Bankası neden bugün müdahale etmiyor?
Yazıları dikkatli okuyanlar 1 milyon 350 bin lira seviyesinin yasak seviye olduğunu hatırladıkları gibi hemen bunun ardından yaptığımız bir uyarıyı da hatırlayacaktır:
“Merkez Bankası kur ile ilgili her açıklamasında müdahalesinin seviyeye yönelik olmadığını, daha çok oynaklık ve likidite artışı ile ilgilendiğini belirtiyor.”
Yani kur bir anda çok hızlı zıplamalar yaşar ve bu zıplamalar da piyasada Merkez Bankası’nın kontrol edemeyeceği ya da rahatsız olacağı miktarda bir döviz likiditesi ile gerçekleşirse Merkez Bankası müdahalesi gelir...
Arkasından dolar Türk Lirası karşısında 1 milyon 700 binli seviyelere kadar yükseldi. Çünkü bir anda ülkeden 4 milyar doların üzerinde bir para çıkışı yaşandı. Türk Lirası’ndaki bu ilk hızlı değer kaybının ardından IMF ile anlaşılıp, ekonomi Kemal Derviş’e terk edilince ilk panik atlatıldı ve hemen düzeltme hareketi izledik. Arkasından dolar yeniden yükseldi. Sonra biraz geriledi sonra tekrar biraz yükseldi… 2003 yılı başına kadar kurdaki bu dalgalanma, dalga boyu her seferinde biraz daha küçülerek devam etti. 2003 yılından sonraki dönemde ise Türk Lirası genel olarak dolar karşısında değer kazanma eğilimi içine girdi. Tabi bu değer artışında Merkez Bankası’nın ters para ikamesi olarak tanımladığı etki kadar doların uluslararası piyasalarda dün yazdığımız sebepler nedeniyle değer yitirmesi de etkili oldu. 2003 yılı içinde kurdaki yükselişlerin genelde cari açık ile ilgili olumsuz beklentilerin arttığı dönemlerde ya da siyasi riskin yükseldiği zaman aralıklarında yaşandığını gördük. 2003 yılını örnek vermemizin nedeni ise bahsettiğimiz etkilerin en net biçimde 2003 yılında görülmesidir.
Gelelim 2003 yılında yaşadığımız ters para ikamesinin ne olduğuna ve sebebine:
Türk ekonomisi “dolarize” olmuş bir ekonomidir. Bu ekonomide Türk Lirası değil yabancı para birimleri, ağırlıklı olarak da dolar, tasarruf ve değişim aracı olarak kullanılır. Bu durum bugün de çok değişmiş değil. Ama dozundaki azalmayı 2003 yılından itibaren gördük. 80’li yıllar sonrasında bankalardaki döviz hesapları sürekli artarken 2003 yılında ilk kez artış durdu hata gerileme izledik. Bununla da kalmadı. 2003 yılı boyunca bir de kaynağını bir türlü bilemediğimiz bir dolar girişi yaşanmaya başladı Türk ekonomisine… Kimisi bunun yastık altında, sistem dışında olan doların bozdurulmasından kaynaklandığını söyledi. Kimisi Saddam dolarları dedi. Kimisi Türkler yurtdışındaki paralarını yurda sokmaya başladı dedi… Sebep ne olursa olsun Türkiye ekonomisine bir dolar girişi yaşandı.
Bunun yanında hala dünyanın en yüksek faiz oranını veren ülke olduğumuz için yabancı yatırımcılar da Türkiye bonolarına ve eurobondlarına yöneldi.
Bu etkilerin aynen 2004 yılında da yaşandığını hatırlatalım.
Bu arada dolar hala euro karşısında değer yitirmeye devam ediyordu…
Bu dönmede Merkez Bankası yeni uygulamalara gitti. Günlük döviz alım ihaleleri açarak piyasadaki likiditeyi kontrol etmeye çalıştı bu arada da rezervini güçlendirmeye başladı. Bununla da yetinmedi kurun çok dalgalandığı günlerde piyasaya doğrudan müdahale etti. Bu yollarla Merkez Bankası 2003 yılında 10 milyar dolar civarında bir dolar alımı gerçekleştirdi.
2004 yılının son günleri ise piyasalar açısından “IMF anlaşması olacak mı” ve “AB Türkiye’ye tarih verecek mi” sorularının yarattığı baskı ile geçti. Bu baskı ortadan kalkınca da yukarda saydığımız etkenler yeniden devreye girdi.
Asya ve Rusya krizleri sonrasında dolar yeni bir unvan (güvenli liman) kazanmış, dünyanın önde gelen para birimlerinin karşısında ciddi oranlarda yükselmiş, Wall Street ve Nasdaq rekorlar kırmış, ABD bonoları dünyanın en çok para yatırılan menkul kıymetleri haline gelmişti. Üstelik rakip olarak tanıtılan para birimi Euro’nun arkasındaki ekonomilerin (başta Almanya) nasıl bir performans sergileyeceği o dönemler henüz muğlaktı. Dahası Euro’yu doğuran Avrupa Birliği ve Euro’nun patronu Avrupa Merkez Bankası’nın siyasi olarak denenmemiş olması da bu şüpheyi körükleyen ana veriler arasında yer alıyordu…
Aradan geçen zaman içinde dünya çok değişti. ABD’de Bush’un iktidara gelmesi, ABD ekonomisinin enflasyon tehdidi altında kalması, rekor bütçe açıkları, terör saldırıları, paranın artık daha da güvenli limanlar bulma isteği gibi ABD kaynaklı gelişmelerin yanısıra AB geride kalan dönem içinde siyasi ve ekonomik olarak beklenenin üzerinde bir performans sergiledi. Dünya çapında merkez bankaları rezervlerinin bir kısmını Euro’ya çevirdi, uluslararası para dolaşımında Euro sıklıkla kullanılır oldu… Bunlar önce Euro-Dolar paritesinin 1 seviyesini aşmasını sağladı. Yani Euro dolar ile eşitlendi.
Dünyanın genel durumunda bir değişiklik olmasaydı eğer Euro ile dolar arasındaki ilişki 1 seviyesinde yani hemen hemen eşit seviyelerde devam edebilirdi. Ama ardından 11 Eylül geldi. Sonra Afganistan Savaşı ve son olarak da Irak Savaşı… Dünyanın dört bir yanında özellikle de ABD hedeflerine yönelik saldırılar artmaya başladı.
Bu arada ABD ekonomisi de beklenen performansı bir türlü gösteremiyordu. Ve bütçe açığı da günden güne artıyordu. Buna çözüm olarak ABD Merkez Bankası Fed, tüm açıklamalarında “güçlü dolar istiyoruz” demesine rağmen pratikte düşük kur politikası uyulamaya başladı. İşsizliğin artması, ekonominin bir türlü büyüyememesi gibi etkenleri vergi indirimleri ile aşmaya çalışan ABD yönetimi sonuçta rekabet edeceği, etmesi gereken alanı tespit etti: Avrupa…
ABD dünyanın en büyük tüketicisi. Dünya üretiminin yüzde 60’ına yakın kısmı bu ülkede tüketiliyor. ABD’li tüketiciler her gün yaptıkları alışverişlerle ülke dışına, çoğunlukla da Avrupa’ya her gün milyonlarca dolar akmasına neden oluyor. Bu da Avrupa ekonomisinin ABD ekonomisi karşısında güçlenmesine neden oluyor. Bunun yanında ABD ekonomisi dev bir üretici aynı zamanda…
Bu süreç içinde durumu fark eden ABD yönetimi çözümü de rahatlıkla buluverdi. Doların değerini düşük tutarak Avrupa kökenli malları iç piyasada pahalı getiren ABD, kendi ürünlerini de Avrupa kökenli mallar karşısında hem içerde hem de dışarıda ucuzlattı. Böylelikle de sürdürülemez hale gelen bütçe açığını en azından bir süreliğine kontrol altına almış oldu. Aslında bu savaş yine yaklaşık 5 yıl önce hayvansal gıdalar konusunda yaşanmıştı. O dönem Avrupa ve ABD karşılıklı olarak birbirlerinin ihracatlarına ambargo koymuşlardı. Bu sorunun halen çözülmediğini de hatırlatalım…
Bugün büyük resimde çok fazla değişiklik yok. En azından ABD tarafında… ABD yine Fed politikaları ve güvenlik endişelerini kullanarak doları istediği seviyelerde tutmayı başarıyor. Ama işin asıl önemli kısmı Avrupa’daki tartışmalarda şekilleniyor. Örneğin AB’nin lokomotif ekonomisi olan Almanya ihracat konusunda ciddi sıkıntı çekiyor. Almanya’nın ihracatı üçüncü çeyrekte rekor kırdı ama uzmanlar dolar bu kadar düşük seviyede olmasaydı Almanya’nın üçüncü çeyrek ihracatının inanılmayacak seviyelere çıkacağını belirtiyor.
Üstelik doların düşüşünden sadece Avrupa değil dünyanın geri kalanı da muzdarip. Elbette Türkiye de…
17 Aralık’a kadar borsa tarihi zirvelere yükselebilir ama 18 Aralık sabahı ne olacağı konusunda fikrimiz yok.
Zirvenin üzerinden beş gün geçti. Türkiye 3 Ekim’de tam üyelik hedefi ile müzakerelere başlayacak. Bu işin iyi kısmı elbette. Ama koşullar da var tabii ki. Öncelikle Türkiye’nin Kıbrıs’ı da içine alacak şekilde Gümrük Birliği anlaşmasını genişletmesi gerek. Bu arada müzakerelerin ucunun açık olması, Fransa’dan sonra Avusturya’nın da Türkiye’nin üyeliğini referanduma sunma hevesi içinde olması, serbest dolaşım başta olmak üzere söz oyunu ile gizlenmiş kalıcı tedbirlerin metinde yer alması gibi unsurlar da 17 Aralık zirvesinden çıkan sonucun dikenleri…
Öncelikle borsanın temel bir kuralından bahsetmek gerekiyor: Güçlü bir beklenti öncesi yukarı yönde hareket eden piyasalar, bu beklentinin gerçeğe dönüşmesinin ardından satışla karşılaşır. Bu kural “beklenti alınır, gerçekleşme satılır” parolasıyla tanımlanıyor. Böyle durumlar için en genel kabul gören kanı ise yükselişin en az yüzde 20’si oranında bir düşüş yaşanacağı yönünde. Yani zirve sonrası piyasalarda genel bir “kar satışı” beklenmesi gayet normaldi. Piyasalardaki süreç tam da böyle işledi zaten. İMKB 10 Endeksi 24 bin seviyesinin üzerine çıktıktan sonra kar satışlarıyla karşılaştı. Şimdi uzmanlar endesin kısa vadede 23 bin 600 puana kadar gerileyebileceğini belirtiyor.
Bu beklentiye katılıyoruz. Ama ekleyeceğimiz bazı şeyler de olacak elbette…
Çünkü bundan sonra Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili haber akışında ciddi bir çehre değişikliği bekliyoruz. Yani işler Türkiye için daha zorlaşacak. Türkiye’ye destek verenler artık dinlenmeyi tercih edecek. Ama başta Almanya ve Fransa olmak üzere hangi AB üyesi ülke seçim sürecine girerse ya da bu ülkelerde bir nedenden dolayı muhalefet iktidarı vurmak isterse, yapacağı ilk iş Türkiye’nin AB yolculuğuna tekmeyi sallamak olacak.
Örneğin Bugün Avusturya parlamentosu Türkiye’nin AB üyeliğini referanduma sunma konusunu içeren bir bildiriyi karara bağlamak üzere imzaya açıyor. Dün benzer bir görüşme Fransız parlamentosunda yaşandı. Ulusal Birlik Partisi Başkanı Sarkozy yine sözde Ermeni soykırımı sorunun dillendirdi…
Orta vadede bu tip tartışmaları sık sık duyacağız.
Bu arada…
Bu dönemde Merkez Bankası’na yoğun eleştiriler de yöneltildi. Özellikle de kısa vadeli faiz ile ilgili kararları alış ve açıklayış biçimi ile ilgili olarak... Çünkü Merkez Bankası geride bıraktığımız bu iki yıllık dönem içinde genelde beklentilere paralel olarak ama yine de zamanlama anlamında sürpriz sayılacak vakitlerde açıkladı faiz indirimi kararını.
O dönem yazdığımız yazılarda Merkez Bankası’nın bu tür sürprizler yapmasının piyasalar ve ekonominin geneli açısından çok sağlıklı olmadığını vurgulamıştık. Buna örnek olarak da son iki yıldır yine kısa vadeli faiz enstrümanını etkili bir şekilde kullanan ve dünyanın en ciddi çalışan Merkez Bankası olarak tanımlanan FED’i örnek verdik. Daha doğrusu FED’in izlediği şeffaf yolu örnek verdik.
FED bu iki yıllık dönemde bütün faiz indirimi ya da artırımı kararlarını Fedaral Açık Pazar Komitesi toplantılarında verdi. Ki bu toplantılar tarihleri bir hatta iki yıl önceden belli toplantılardı. Yani FED bir FOMC toplantısına başladığında bu toplantıdan bir faiz kararı çıkacağını hemen herkes biliyordu. İndirim ya da artırım ya da herhangi bir değişiklik olmadı belki bu toplantılarda ama piyasalar eğer bir faiz kararı gelecekse bu toplantılar sonrasında geleceğini bildiği için sıkıntı ile karşılaşmadı, tedbirini almayı becerdi.
Şimdi Türkiye de bu sisteme benzer bir sistem uygulamaya başlıyor. Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti bugün yaptığı basın toplantısında bize FED modelini çağrıştıran şu noktaları vurguladı:
2005 Ocak ayından itibaren Para Politikası Kurulu'nun, enflasyon ve ekonomideki gelişmeleri değerlendirmek üzere, düzenli olarak her ayın 8'inde, saat 15:00'te Başkan'ın başkanlığında toplanacak.
Olağan toplantı gündeminde, enflasyon eğilimi ile iç ve dış piyasalardaki gelişmeler değerlendirilecek, ilgili birimler hazırladıkları gelişmeler hakkındaki raporları Para Politikası Kurulu'na sunarak, analiz ve görüşlerini tartışmaya açacak.
Dün İMKB 100 Endeksi günü rekor bir seviyeden tamamladı. Üstelik de Türkiye’nin üyelik görüşmelerine ilişkin en keskin karşı çıkış açıklamalarının geldiği gün. Üstelik, Başbakan’ın ya tam üyelik ya da hiç bir şey sözlerini sarfettiği gün gerçekleşti bu. Demek ki aylardır beklediğimiz 17 Aralık öncesi yükseliş ancak bu haftaya, o da sadece bir-iki güne sığdırılabildi.
17 Aralık tarihi yaklaştıkça 18 Aralık sabahı, nasıl bir piyasayı bir yana bırakın, nasıl bir Türkiye ile karşılaşacağımız da netleşeceğine daha bir kestirilemez hale geldi... Piyasaların da, vatandaşın da, hatta bürokrat ve yöneticilerin kafaları da soru işaretleri ile dolu:
- Tarih alacağız ama, 2005’in ikinci yarısı kesin mi?
- Güney kıbrıs’ı tanımamız için baskılar ne kadar artacak?
- Ermeni soykırımı iddialarını tanıma baskıları ne kadar sürecek?
- Azınlıklar konusunda karşımıza neler çıkacak? Vs vs vs...
Üstelik sorular bunlarla da sınırlı değil. Ekonomiye ilişkin soru işaretleri de artıyor. IMF ile yeni stand-by anlaşması bir türlü imzalanamadı. Bu gecikme ister istemez “hükümet eğer 17 Aralık’ta olumsuz bir sonuç çıkarsa IMF çıpasına sarılacak” teorisini güçlendiriyor. Yani program açıklaması geciktikçe piyasaların 17 Aralık kararının olumlu olacağı yönündeki beklentisi de erozyona uğruyor..
O yüzden dün yaşanan yükselişi ciddiye almadığımızı duyurmak istiyoruz.
1- 17 Aralık zirvesinin sonuç bildirisinde, "tam üyelik" hedefi açıkça vurgulanacak.
2- "Özel statü" seçeneği metinde yer almayacak.
3- Müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanması halinde, ancak Türkiye'nin de onayıyla başka formüller gündeme getirilebilecek.
Ayrıca 17 Aralık zirvesi sonrası açıklanacak Türkiye kararında da üçüncü değişiklik yapıldı. Üçüncü taslak metinde:
a- Avrupa Birliği'nin yeni üye kabul etmesi durumunda hazmetme kapasitesinin olup olmadığına dair rapor hazırlanmalı görüşü Türkiye başlığından çıkarıldı. Ama Bulgaristan ve Romanya’nın da ele alındığı ortak metinde yer alıp almadığı konusunda bir bilgi yok. Eğer ortak metinde yer alıyorsa o zaman hala sıkıntı yaratabilir.
b- Ege sorunu ima edilerek, Helsinki kararlarına atıfta bulunuluyor. Avrupa Birliği'nin sınır sorunlarını uluslararası mahkeme yoluyla çözme tavsiyesi yineleniyor. Ama Komisyon’un bu meseleyi yakından takip edecek...
c- Avrupa Birliği komisyonu üyelerinin talebiyle müzakerelerin askıya alınmasına ilişkin ifadeler aynen korundu...
İşte bu meseleler üzerinde anlaşma sağlanamazsa Türkiye’nin müzakerelere ne zaman başlayacağına ilişkin zirve 17 Aralık’tan 2005 yılı Haziran ayına ertelenebilir.
Bu yorumu da üstelik AB’yi en yakından tanıyan isimlerden biri olan Mehmet Ali Birand yapıyor...
Peki nedir Türkiye ile AB arasında uzlaşmazlık yaratan ve görüşmeleri ertelemeye kadar götürebilecek bu “kırmızı çizgiler”?
KIRMIZI ÇİZGİ 1 - Zirve bildirgesinde müzakerelerin başlayacağı tarih açıkça belirtilmeli...
KIRMIZI ÇİZGİ 2 - Hedefin tam üyelik olduğu metinde belirtilmeli.
KIRMIZI ÇİZGİ 3 - Tam üyelik dışında seçeneklere kesinlike hayır
KIRMIZI ÇİZGİ 4 - Kıbrıs’ta nihai çözüm olmadan Güney Kıbrıs tanınamaz.
Türkiye ilk üç madede istediğini almış gibi görünüyor. En azından şu ana kadar yapılan yorumlar nihai metinde bu konularla ilgili sıkıntıların ortadan kalkacağı yönünde. Ama Kıbrıs sorunun bu kadar kolay çözülmesi mümkün değil gibi görünüyor... Hükümet de bu konuda kararlı olduğunu defalarca dile getirdi. Örneğin: