‘Roman Havası’ başlamadan önce Habertürk Petek Dinçöz’le röportaj yaptı. İçinde 32 kere keyifli kelimesi geçiyordu. “Rolünüze nasıl hazırlandınız” sorusundan tutun, “İçimde bir Roman kadını var” spotuna kadar bütün magazin röportajcılığı klişeleri boncuk gibi dizilmişti. İşte set çok eğlenceliydi, bütün oyuncular çok büyük, yetenekli filandı, dev kadroydu, Romanlar çok şekerdi, şugardı…
Petek Dinçöz “İleride torunlarıma bırakabileciğim bu projede olmak zorundayım!” diyerek, diğer müthiş teklifleri (mesela bir sabah programı) reddetmişti. Oya Başar da var aynı röportajda. Zarife rolüne hazırlanırken birkaç “Roman kelime” öğrenmiş o da. “Aralarında kullandıkları gizli sözler var” diyor. Ben dizinin ilk bölümünde böyle sırlı bir jargona rastlayamadım. Belki de ‘şopar’ ve ‘denyo’ kelimelerinden bahsediyor Başar; ‘çingen’den sonra en hevesle kullanılan kelimeler bunlar çünkü.
Neyse, röportaj buram buram PR kokulu, al gülüm ver gülüm, “Ah çok keyifli, çok tatlı, hahaha...” diye gidiyor. “Romanlar” diye hiç çekincesiz, mesela görümceden bahsedilir gibi atıp tutuluyor. “Çok bohem”, “parasız ama mutlu”, “dertsiz tasasız”, “bir kavga bir dans” insanlarmış yani. Zaten Dinçöz’ün dediğine göre dizi de parasız ama mutlu olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatıyor.
Kanal, Nurgül Yeşilçay ve Erkan Petekkaya’lı dizisi ‘Paramparça’yı “iftiharla sunuyor” haftalardır. Böylesi gururla sunulmayacak bazı şeyler var. Her sezon onlarca aynı tezgahtan çıkmış diziyi izledikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim. Bir dizi, film veya hikâyede en dayanılmaz şey sosyal statüyü kafamıza kakmak için kullanılan ezbere klişeler. ‘Paramparça’nın çok peynirleşmiş bir ‘doğumda karışmışlar’ masalından yürümesi değil sorun.
Doğumda karışan kızlardan birinin bir yana, ötekinin öbür yana ak ve kara, gece ve gündüz gibi savrulması. Bu dizi tüm yalan rüzgârı heyecanıyla, olmayacak tesadüfler zincirleriyle, Yeşilçay/Petekkaya karizmasıyla alıp yürüse de, öyle sıkıntılı bir hayat algısı ki bu; dizinin dünyasını kurgulayanlara “Hangi gezegende yaşıyorsunuz” diye sorası geliyor insanın.
Kanal D’de ‘Şeref Meselesi Yaklaşırken’ öngösterimini izlerken bir yandan da Kerem Bürsin hakkında yazılanları okuyordum. Ona delicesine, saçlarını sökercesine, gözleri dolarcasına tutkun fangirl’ler bir yana… Bir de “çok kasıntı, samimiyetsiz, tripli” bulan, “o aksan ne, vücut dili ne” diyen bir kitle var. Bu “nesini beğeniyorsunuz”culara kötü bir haberim var: Daha uzun bir süre daha Bürsinmania’ya katlanmak zorunda kalacaksınız. O kasıntı bulduğunuz şeyin özgüven olduğunu, samimiyetsizlik kokusunu Türkiye’ye ait olmayan her şeyden aldığınızı, isim koyamadığınız şeylere mesafe koyduğunuzu anlayacaksınız.
O, lisedeki Amerika’dan gelen cool çocuk. Kırık Türkçesiyle kelimeleri yuvarlıyor. Önce kıllanıyor, sonra İngilizce sınavında kopya istiyorsunuz. Dişlerini saklamadan ağız dolusu gülüyor, hiç sizinkine benzemiyor. Çok iyi basketbol oynuyor, yüzerken kafasını ördek gibi havada tutmuyor. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna değmiş geçmiş, bukalemun gibi rengarenk bir tip. Tüm expat (gurbetçi) çocukları gibi ayrıcalıklı görünmekten mahçup. O da nezaketinden.
Yıllardır ülke sınırları dışında TV kritiği işinin nasıl alıp yürüdüğünü içlenerek izliyorum. Sektörün içindekilerin epey gıcık olduğu adamlar olsalar da eleştirmenler, dizi sonrası iyi bir TV eleştirisi okumak uyuşmuş algı kanallarımızı açıyor. Biz bu kadar yıldır televizyonu hayatımızın göbeğine koyuyoruz ama hâlâ neresinden başlayıp konuşacağımızı bilmiyoruz. Çay muhabbetinin ötesine geçemedik. Yüksel Aytuğ’la yetindik filan. Ama bir süredir şahane bir hareketlenme var. Bu işi hak ettiği biçimde ciddiye alan TV blogları açılıyor. Birkaç favorim var:
1. Ranini.TV
Sitenin kurucusu Ranini zaten bu alanda bir efsane. Ben eskiden onu kişisel blogundan takip ediyor, her izlediğimi bir de ondan okumak istiyordum. Ama şimdi koskoca, dopdolu bir sitesi var. Şahane genç yazarlar keşfediyor, Tuna Kiremitçi, Cem Davran, Ahmet Mümtaz Taylan gibi isimlerden yazı alıyor ve elbette kendisi de yazıyor, röportaj yapıyor. En son yaptıkları ‘Hatırla Sevgili’ dosyası aylık dergilerin kotaracağı cinsten incelikli, iddialı. ‘Bookmark’ listenizin kesin adayı. www.ranini.tv
2. Ekranella
En son girdiğimde ‘hacklendiğini’ duyuran bir pop-up’la karşılaştım. Aklım çıkıyordu. Hangi manyak Ekranella gibi tatlı bir şeye dadanır bilmiyorum. Neyse ki bir süre tumblr adresinden sürecek yayın yakında kendi adresine dönecek. Gazeteci Elçin Yahşi’nin kurduğu Ekranella’ya Perihan Mağden, Uğur Vardan, Ebru Çapa gibi ağır topların yazmışlığı var ama benim favorim Bağlan Keskin. İnanılmaz kıvrak, kendine özgü, muzır, acayip eğlenceli bir dili var. Twitter hesabı da (@baglankinn) yazıları kadar takip edilmeye değer. www.ekranella.com
3. Onda Gördüm
ABD Cumhuriyetçilerinin kanalı Fox, bir ara Jon Stewart ve Stephen Colbert’e rakip, muhafazakar şakalı komikli bir haber programı yapmak istemişti. Ömrü 13 bölüm oldu. Bunun üzerine NY Mag, The Atlantic gibi dergiler aynı meseleyi tartıştı: Konservatif komedi neden tutmuyor?
Bu konu üzerine kitap yazan Alison Dagnes’ın yorumu şöyle: “Muhafazakarlığın doğası politik hicvin serpilmesine elverişli değildir. Güç sahiplerini eleştirmek konusunda çekingen ve yavaştır. Mizahı kınayan bir kaynaktan doğmuştur, katıksız inançları özünden sıyrılmasına izin vermez.”
Oysa komedinin en basit kurallarından biri, güçlüyle dalga geçmenin, ‘küçük insanlarla’ dalga geçmekten kolay olduğudur. İktidar sahipleri ya da sosyal çevrenizde avantajlı olanlar hakkında şaka yapılması, onları olmayacak pozisyonlarda görmek gülmenize sebep olur. Yoksa zavallı insanlarla, azınlıklarla, çaresizlerle, ezilenlerle ilgili makara kukaraya kahkahalarla gülmezsiniz.
Fox’un ‘Utopia’sı TV8’e ‘Ütopya’ olup gelmeden önce, “majestik projeler nasıl batırılır” sorusuna ders gibi cevap verdi. Acun Ilıcalı Türkiye’ye getirdiği yabancı formatların orijinalleriyle karşılaştırılmasından pek hoşlanmaz. Ama bu durumda ‘Ütopya’ deneyinin şanını kurtaracak gezegendeki tek insan kendisi olabilir.
Fox’un daha geçen sene reality departmanının başına getirdiği Simon Andreae’nin biraz sıradışı bir TV zevki var. Öldüren memeler, yasak geyşalar ve seksin kimyasıyla ilgili programları gazlamış mesela. Fox onu tam da ‘Utopia’ öncesi bu pozisyona getirerek nasıl bir çılgınlık peşindeydi bilemem tabii de, her bölümü yüzde 25 reyting kaybederken bir şeylerin çok çok yanlış gittiği kesin.
Kısaca özetleyecek olursak;
Kör göze parmak cast en sadık reality dostunu bile yordu. 1992’de MTV’de ‘Real World’u izlediğimizden bu yana bir şeyler değişmiş olmalı. Bir öfkeli adam, bir ırkçı, bir dindar, iki-üç hoppa kız, bir çift romantik ve bilge ihtiyar formulünü ‘son yılların en büyük sosyal deneyi’ iddiası içinde kimse yutmadı demek ki.
İlk sahne: Kör Gülperi uyandı. Suratında bundan sonraki iki saat yapışık kalacak tebessümle yatağından kalktı. Antika radyoyu açtı. Cızır cızır nihavend makamından ’Gözleri Aşka Gülen’ çalmaya başladı. Gülperi nedense sürekli tebessüm ederek yumurta kırdı, çay demledi, fotoğrafları öptü. Küçümen şirinler yuvası evi türlü ‘huzur objesiyle’, ideogramla dolu. Bez bebekler, dantel örtüler, sardunyalar, eski fotoğraflar ve elbette o iki bin yıllık radyo. Yani yapan, yöneten, yazan bizi bu geçmiş zaman döküntülerine boğarak diyor ki, “Seni yaşadığın keşmekeşten koparıp, herkesin bez bebeklerin saçını ördüğü, komşularına çay demlediği, sevmenin ‘ah ne güzel, ne güzel’ olduğu bir yere götüreceğiz.”
Gülperi dışarı çıkıyor. Arnavut kaldırımlı sokaktan pıttırı pıttırı giderken çok sevgili Meral Ablası’na “İstanbul’a gidiyorum ablacığım. Ameliyat olacağım. Göreceğim. Bu karanlık bitecek” kabilinden bir şeyler diyor gülümseyerek, gülümseyerek, durmadan gülümseyerek. Arada her şey yeterince bağlamından kopmamış gibi bir Nâzım Hikmet patlatıyor: “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler!”
Böylelikle Memduh Ün’ün 1958’de kurguladığı masumiyet evrenine adımımızı atıyoruz. Türk dizilerinin Yeşilçam’dan son yıllarda böyle kana kana beslenmesinin birkaç sebebi var. Birincisi, melodramın gücü. Acı ve ağlatının karikatürize edilmesi, iyiler ve kötülerin bıçak gibi ikiye ayrılması, tüm duyguların gözden kaçmaya imkân vermeyecek şekilde abartılması herkesin hayatını kolaylaştırıyor. Yönetmen, senarist, oyuncu karmaşık karakterlerle uğraşmıyor. İzleyici sevse de sevmese de mutlaka anlıyor. Kötüler cezasız kalmıyor, sürprizler hep açıklanıyor, âşıklar her zaman kavuşuyor. Bittiğinde masajdan çıkmış gibi gevşiyoruz.
Hollywood yıldızları 2013 yazında Recep Tayyip Erdoğan’a bir açık mektup göndermişti. Gezi Parkı eylemlerindeki polis şiddetini kınıyorlardı. Aralarında bu tür meselelerde asla eksik olmayan Susan Sarandon ve Sean Penn ikilisinin de olduğu mektup, tüm anglosakson nezaketiyle, soğuk soğuk uyarıyordu. Bizim taraftan tepki ise ‘F*ck Off’ diye bir kampanya oldu. Erdoğan da ilanı yayımlayan Times’a “Fiyatın ne, onu söyle!” diye çıkıştı. Üzerine iktidara yakın gazeteciler uzun uzun ‘Hollywood lobisinin’ çevirdiği pis işleri açıklamaya çalıştı. Herkes bize düşman olduğuna göre Hollywood da kültürel emperyalizmin pınarından üzerimize bin türlü uğursuzluğu boca etmekten geri kalmayacaktı!
17 Aralık-İran-Halkbank-Yetenekli Bay Sarraf-ayakkabı kutusu sırasında ise Batı yakasının en prestijli CIA draması ‘Homeland’in yeni sezonda Türkiye’ye taşınacağı konuşuluyordu. Hayırdır inşallah. Üstelik konu da İran-banka-ABD-teröre kaynak filan…
Neyse sonunda Carrie Mathison’ın (Claire Danes) da geçen hafta yayımlanan ilk bölümde dediği gibi İstanbul’u çok istediler ama olmadı. Çünkü hükümet yetkililerimiz “ülkemizi kötü gösterirler” kaygısıyla senaryonun her satırını okumak istemişti. Beğenmedikleri yeri değiştirip ‘one minute’ çekecekler, uğraştıracaklar diye İstanbul hop oldu Pakistan.
YENİ TÜRKİYE’NİN GLOBAL SANSÜR KURULU
Son 10 yılda İstanbul’da pek çok Hollywood filmi çekildi. ‘Taken 2’, ‘Hit Man’ ve ‘The International’ bunların arasında en ünlüleri. Ama elbette İstanbul’un yıldızının parladığı an James Bond’un Kapalıçarşı’yı fethettiği ‘Skyfall’. Ya da biz öyle bir parlama olacak sandık. Oysa olaylar Kapalıçarşı esnafının Daniel Craig’e “çekil git, siftah yapamadık” diye oyuncak kedi atmasıyla başladı. “Ülkemiz insanı böyle paçoz olamaz” hezeyanıyla, “İstanbul’u yanlış tanıtıyorlar” tutturganlığıyla noktalandı. Zavallı prodüksiyon ekibi, film içinde neden Türkiye tanıtımı yapmadıkları konusunda röportaj verip özür dileyecek hale geldi.