Paylaş
İlk sahne: Kör Gülperi uyandı. Suratında bundan sonraki iki saat yapışık kalacak tebessümle yatağından kalktı. Antika radyoyu açtı. Cızır cızır nihavend makamından ’Gözleri Aşka Gülen’ çalmaya başladı. Gülperi nedense sürekli tebessüm ederek yumurta kırdı, çay demledi, fotoğrafları öptü. Küçümen şirinler yuvası evi türlü ‘huzur objesiyle’, ideogramla dolu. Bez bebekler, dantel örtüler, sardunyalar, eski fotoğraflar ve elbette o iki bin yıllık radyo. Yani yapan, yöneten, yazan bizi bu geçmiş zaman döküntülerine boğarak diyor ki, “Seni yaşadığın keşmekeşten koparıp, herkesin bez bebeklerin saçını ördüğü, komşularına çay demlediği, sevmenin ‘ah ne güzel, ne güzel’ olduğu bir yere götüreceğiz.”
Gülperi dışarı çıkıyor. Arnavut kaldırımlı sokaktan pıttırı pıttırı giderken çok sevgili Meral Ablası’na “İstanbul’a gidiyorum ablacığım. Ameliyat olacağım. Göreceğim. Bu karanlık bitecek” kabilinden bir şeyler diyor gülümseyerek, gülümseyerek, durmadan gülümseyerek. Arada her şey yeterince bağlamından kopmamış gibi bir Nâzım Hikmet patlatıyor: “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler!”
Böylelikle Memduh Ün’ün 1958’de kurguladığı masumiyet evrenine adımımızı atıyoruz. Türk dizilerinin Yeşilçam’dan son yıllarda böyle kana kana beslenmesinin birkaç sebebi var. Birincisi, melodramın gücü. Acı ve ağlatının karikatürize edilmesi, iyiler ve kötülerin bıçak gibi ikiye ayrılması, tüm duyguların gözden kaçmaya imkân vermeyecek şekilde abartılması herkesin hayatını kolaylaştırıyor. Yönetmen, senarist, oyuncu karmaşık karakterlerle uğraşmıyor. İzleyici sevse de sevmese de mutlaka anlıyor. Kötüler cezasız kalmıyor, sürprizler hep açıklanıyor, âşıklar her zaman kavuşuyor. Bittiğinde masajdan çıkmış gibi gevşiyoruz.
Şimdi dizilerin ‘Al Yazmalım’la, ‘İffet’le, ‘Dila Hanım’la, ‘Üç Arkadaş’la Yeşilçam’a sığınmasının altında TOTAL grubundaki izleyeni ve tepeden denetleyenleri ürkütmeden reyting’i kapma derdi yatıyor. Her şeyin steril, masum olduğu, dünyanın çiçek, çay, simit, martı ve sıcak çorbadan meydana geldiği bir dünyada kimseyi kızdırmak mümkün değil.
“Şu kirli dünyada gözü görse de içi karanlık olan insanlara sevgiyi anlatan Gülperi” klişesi bizi 2014 gerçeğinden, sahici hayattan uzaklaştıracak sözde. Öncelikle yapımcılar artık kabul etmeli ki, bizi alıp götürmeyi düşündükleri o dünyaya önce kendileri girebilmeliler. 2014 İstanbul’unda ayakkabı boyacısını taksiciye çevirmekle zamana adapte olunmuyor. ‘Gözlerin açılması’, ‘tüm kötülüklere rağmen umut’ falan gibi sembolleri beş jenerasyon geride bırakmış bir kitle oturuyor ekran karşısında. Bambaşka dertleri, merakları, hevesleri var. Ülkeler de insanlar gibi büyüyor. Yaşlandıkça acılaşıyor da aynı şekilde. Burası 1958’in yeni, umutlu, yokluğa rağmen sevgiyle kenetlenmiş gibi etiketlerle birleşen Türkiye’si değil. Gülperi’nin tebessümünü artık anlamamıza imkân yok. ‘Neşeli Günler’, ‘Acı Hayatlar’, ‘Hıçkırıklar’ falan nostaljinin içimize kondurduğu titrek duygu kadar etkili olur. Haricinde, hem de böyle kötü bir senaryo ve rejiyle ‘Üç Arkadaş’ gibi çırpınışların yeri, reyting sıralamasında en iyi ihtimal 17’dir.
Paylaş