Paylaş
İmparator II. Theodosius tarafından 413’te yaptırılmış bunlar.
Dile kolay 1596 yıllık!
Hadi Theodosius umrunuzda değil, Fatih Sultan’ın girdiği kapı, Ulubatlı Hasan’ın diktiği sancak da mı umurunuzda değil artık?..
Dubrovnik’te şehrin etrafında bulunan bizim surların minyatürünü her gün binlerce turist gezer, Çin Seddi’ne bütün dünya akın eder...
İstanbul’un surlarını gezen bir Allah’ın kulunu gördünüz mü?..
Tarihse tarih, güzellikse güzellik...
Ama gezmek istese de gezemez zaten...
Hadi bundan 20 yıl önce sur dibinde kesilip sucuk olan atların görüntüsü “normaldi” de, 2009 Türkiye’sinde tarihi surların hâlâ korkunç, içler acısı bir görüntüsü olması üzücü...
2010 Avrupa Kültür Başkenti olmaya hazırlanan şehir, en önemli tarihi miraslarından birine bugün bile sahip çıkamıyor...
55 kapılı bir şehirdir bu, kaçımız biliriz?
Çatladıkapı, Edirnekapı, Topkapı, Yenikapı semt ismi dışında başka şey çağrıştırmıyor değil mi?..
Geçen sabah Sarayburnu’ndan sahil yoluna girdim, yol boyunca surları gizlemek için özel olarak uğraşılmış sanki...
Çoğu yerde bilboardlarla kapatılmış surlar... Gözüken yerlerde de, sarmaşıklar, otlar, kaçak yapılarla her tarafı örtülmüş tarihin...
Sanki göz göre göre yok edilmek isteniyor...
Merak edip sahilden Topkapı’ya döndüm surları takip ederek...
Çocukluğumda lahana ekilirdi buralara, çingeneler, evsizler konaklardı...
Ne acı ki değişen bir şey yok, hâlâ sur dibinde mısır, patlıcan tarlaları var, tinercilerin ısınmak için yaktığı ateşin isi simsiyah yapmış duvarları...
Bir de buz pateni sahası yapıyor belediye sur dibine, buz pateni...
Koca şehirde yapacak yer kalmadı sanki...
1987’de Bedrettin Dalan düzelteceğim diye mahvetmişti surları.
Restore etmek yerine tarihi kalıntıları yıkıp yeniden inşa ettirmişti surları...
Bildiğiniz betondan, çakma surdur yani Topkapı tarafında kalanlar...
Hadi o zaman yaptık bir hata, bari bundan sonrasını kurtaralım.
Başbakan Boğaz’da helikopterle üçüncü köprü yeri arayacağına, surların üzerinde uçmalı...
İçinin acıyacağından şüphem yok.
Üçüncü Köprü’ye kaynak yaratan hükümet, ıstanbul’un surlarını onarmaya kaynak bulamıyor.
Başbakan Erdoğan, ıstanbul aşığıysa surları boydan boya inci gibi ortaya çıkaracak dev bir kurtarma projesine imza atmalı...
Edebiyat ve Patates Turtası Derneği
İlginç bir dernek ismi değil mi?..
Yazar Juliet Ashton’a da çok ilginç geliyor ve tesadüfen tanıştığı bu dernek üyeleriyle mektuplaşmaya başlıyor...
Yıl 1946...
İkinci Dünya Savaşı yorgunu Londra’da, yazar Juliet Ashton yeni kitabı için konu ararken bir gün ilginç bir mektup alır.
İkinci el bir Charles Lamb kitabında, Juliet Ashton’ın notunu gören bir okurdan gelmektedir mektup...
Guernsey Adası’nda kurdukları Edebiyat ve Patates Turtası Derneği için Charles Lamb’ın diğer kitaplarını nereden bulabileceğini sormaktadır.
Bu derneğin ne olduğunu sorar yazar...
Savaş sırasında Alman işgali altındaki adada domuz eti, turta ve daha iyi yemekler yiyebilmek için bir araya gelen insanların kurduğu bir dernektir.
Edebiyatla falan ilgileri yoktur aslında... Alman askerleri tarafından fark edilmemek için edebiyatı ve kitapları kalkan olarak kullanmaktadırlar.
Bir süre sonra turtalar kadar edebiyat da ilgilerini çekmeye başlar.
Yazar Juliet Ashton’ı bulmak hepsinde büyük heyecan yaratır, bütün dernek üyeleri tek tek yazarla mektuplaşmaya başlar.
Juliet de kimi çiftçi, kimi ev kadını olan bu dernek üyelerine mektup yazar...
Sorunlarını, beklentileri, sıkıntılarını öğrenir...
Kim olduğunu çok merak ettiği bu sıcak insanları görmek için de Londra’dan kalkıp Guernsey Adası’na gider.
Mary Ann Schaffer ve Annie Barrows’un birlikte yazdıkları 330 sayfalık bir kitap bu...
Amerika’da bestseller olmuş bu kitabın kağıt çıkışlarını, Epsilon yayınları daha baskıya girmeden gönderdi bana, “Bu kitap bizi çok heyecanlandırdı, sizi de heyecanlandıracaktır” notuyla... Aynen de öyle oldu, çok zekice kurgulanmış bu kitaba bayıldım.
Kitabın tamamı karşılıklı yazılmış mektuplardan oluşuyor ama o mektupların içinden karakterler o kadar sahici ortaya çıkıyor ki sanki anlatılanların tamamı gerçekmiş gibi...
Hollywood’un bu kitabı pas geçeceğini hiç sanmıyorum, aşk ve dostluk üzerine sımsıcak bir film yapacaklardır.
Kitap bittikten sonra Oscar Wilde’ın Guernsey’e gidip gerçekten “O.F.O’F.W.W.” (Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde) imzalı 8 mektup bırakıp bırakmadığını merak ettim...
Ben bunu araştırırken siz de Türkçe’ye yeni çevrilen bu kitabı alıp okuyun, çok seveceksiniz...
Kış lastiği neden takmayız
Ben de dahil olmak üzere Türk sürücüsünde alışkanlık yoktur ama kış lastiğinin ne kadar önemli olduğunu kullandıkça anlıyor insan.
Neden kış lastiği almayız?
Gereksiz masraf olmasın diye...
Ama şu hesabı unutuyoruz, normal dört lastiği diyelim iki yıl kullanacaksak, kış lastiği ile değiştirdiğimizde dört yıl kullanacağız.
İki yılda bir lastik almaktansa, kış lastiği de kullanarak dört yılda bir lastik almak, aynı hesap yani... Geçen hafta kendi kullandığım arabayla Milano’dan yola çıkıp Münih’te biten uzun bir yolculuk yaptım.
Alp Dağları’nı aşarak üç günde dört ülke geçtim (ıtalya, ısviçre, Avusturya, Almanya)...
Avrupa’nın en yüksek zirvesi, karlı yollar, tek aracın geçtiği hâlâ faaliyette olan en eski tüneller, buzlu yollar, -10 dereceye düşen sıcaklık...
Yorucu ama dağ köylerinden, kayak kasabalarından geçen çok güzel bir rotaydı...
Bu yolculukta Pirelli’nin yeni lastiği Snow Control’ü test ettik...
İnanılır gibi değil, lastik teknolojisi almış başını gitmiş, karda kaymıyor, rampaları kolayca çıkıyor, çok daha kısa mesafede duruyor.
Karlı yollarda uçurumların kenarından geçtiğimiz bu deneyimden sonra şu kadarını söyleyeyim; araçlara kış lastiği takmamak büyük saçmalık...
Paylaş