Paylaş
Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan gibi Kafkasya ülkesi de. Bulgaristan, Makedonya, Romanya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Kosova, Arnavutluk gibi Balkan ülkesi bir yandan. Diğer yandan, Rusya, Ukrayna gibi bir Karadeniz ülkesi. Rusya ile birlikte tek Avrasya ülkesi. Hem de, bir Güneydoğu Avrupa ülkesi ve Avrupa Birliği’ne katılım adayı.
Türkiye, aynı zamanda laik bir demokrasi ve İslam dünyasına ait bir Müslüman kimlikli ülke. Hem de, Batı dünyasının kurumsal bir parçası.
Türkiye, “unique”, benzersiz bir ülke ve bu günlerde uluslararası yaşamın neredeyse tüm siyasi ve kültürel “fay hatları” üzerinde.
Böyle bir ülke, kendi sınırlarının ötesinde anlama ve role, kendiliğinden, sahiptir. Dolayısıyla, Türkiye’nin iç politika dalgalanmaları, mutlaka, dış dinamiklerin çizdiği çerçeve içinde cereyan eder; aynı zamanda da, kendi dışında, uluslararası sistemin zeminini de etkiler.
Türkiye gibi bir ülkede, “milliyetçilik” olsun, “ulusalcılık” olsun, dış dünyanın Türkiye üzerindeki politikalarının bir parçası olmaya mahkumdur, bu bakımdan, sandıkları kadar “ulusal” da olamazlar. Birileriyle, onların Türkiye üzerinden gerçekleştirmek istedikleri hesaplarına, isteseler de, istemeseler de, “aracılık” yaparlar, onların “uzantısı” haline gelirler.
O yüzden, Türkiye’de “ulusal” nitelikte bir “askeri darbe” olması, taraftarları aksine ne kadar iddia ederlerse etsinler, mümkün değildir.
*** *** ***
Türkiye’de günümüzdeki tüm sakatlıkların -PKK’nın doğumu ve Kürt sorununun ağırlaşmasından, sistemi tıkayan anayasaya uzanan geniş yelpazede- anası kabul edilen 12 Eylül 1980 askeri darbesi, buna en çarpıcı örnektir.
12 Eylül 1980 askeri darbesi, Sovyetler’in Afganistan’ı işgal ettiği, İran’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesiyle İran’ın “Batı güvenlik denklemi”nin dışına çıktığı, buna karşılık Yunanistan’ın NATO’nun güneydoğu askeri kanadının dışında kalmaya devam ettiği uluslararası şartlar da gerçekleşti.
Darbenin “zahiri gerekçesi”, Türkiye’nin cumhurbaşkanı seçimini becerememesi ve şehirleri kasıp kavuran “sağ-sol” çatışması ve terörü idi. Ekonomi de, “10 cent’e muhtaç” durumdaydı.
Darbeyle, birlikte, ülkenin tüm şehirlerini kapsayan şiddet ortamı ve tehlikeli bir tırmanış gösteren mezhep çatışmaları bıçak gibi kesildi. Ekonomide, 24 Ocak (1980) kararları uygulamaya sokuldu. Yunanistan, Türkiye’deki “askeri yönetim”in onayı ve “Rogers Planı”nın sağladığı “uzlaşma” ile NATO’nun askeri kanadına geri döndü.
Batı güvenlik sistemi, uluslararası satranç tahtasında Afganistan ve İran’daki gerilemenin, Türkiye’yi “tahkim ederek” ve Yunanistan’ı NATO’nun askeri kanadına alarak, önünü kesti.
Bugün, bambaşka şartlar mevcut. Türk ekonomisi, “askeri darbe” talep etmeyecek kadar, dış ödemeler dengesi başta olmak üzere “sağlıklı” bir durumda. Türkiye, önüne dikilen tüm engellere rağmen, AB katılım sürecinde, yönünü belirlemiş bir ülke. Demokratik işleyiş, her türlü müdahalenin üstesinden gelecek bir enerjiye sahip.
Bu “iç” ve “uluslararası” şartlar altında, “darbe gerekçesi”nin “dış dinamiği” ne olabilir ki?
Şu: Ancak, ABD’deki “ekstremist-Neo Con” ekibin, bu ekibin “sağcı-Siyonist” kanadının İran’a “nükleer programı durdurmak” amaçlı olarak büyük bir hava harekatıyla vurmayı takıntı hale getirmesi ve bu amaçla, İran’a giden yolları bu amacına uygun “lojistik” alanlar haline dönüştürmeyi hedeflemesi.
*** *** ***
Bu ekibin “karargahı”, Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in “ofisi”. Çeşitli düşünce kuruluşları (think-tank’lar) “İran’a tasarlanan saldırı”nın “fikri alt yapısı”nı oluşturma birimleri olarak çalışıyor, çalıştırılıyor. Bunların başında, Richard Perle’ün etkin olduğu American Enterprises Institute (AEI) geliyor. Son günlerde Türkiye’de yoğun tartışmalara konu olan Hudson Institute de, bunlardan biri.
Söz konusu ekibin en etkin üyelerinden biri David Wurmser, Cheney’in başdanışmanı konumunda. David Wurmser’ın eşi, İsrail vatandaşı Meyrav Wurmser, Zeyno Baran’ın “Avrasya Çalışmaları Merkezi”nin başında bulunduğu Hudson Institute’un Ortadoğu Bölümü sorumlusu.
Bu ekibin tasavvurlarına karşı olduğu bilinen Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda da yandaşları mevcut. En bilinenleri, Bakanlığın Avrupa dairesinde, Türkiye ile ilgili konuları elinde bulunduran Matthew Bryza. Bryza’nın 27 Nisan’daki “e-muhtıra”yı ve dolayısıyla “askeri müdahale”yi kollayan Amerikan açıklamasını kaleme alan kişi olduğu biliniyor.
Amerikan yönetiminin belli mevzilerine yerleşik bu kesimin, “propagandist”leri, Richard Perle, ve ön planda Michael Rubin gibi isimlerin, altını çizdiği hususların başında;
1. Türkiye’nin AB’de yeri olmadığı, AB sürecinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ni güçten düşürme amacı güttüğü;
2. Ak Parti’nin Türkiye’yi tehlikeli biçimde “şeriat devleti”ne sürüklemekte olduğu geliyor.
Bu şahsiyetlerin, hemen tümü, "bu yıl sonlarında İran’a sert ve sonuç alıcı bir askeri darbe indirilmesi” görüşünü taşıyorlar.
Türkiye’yle ilgili söylemleri ile, bizdeki “ulusalcı” söylem arasında ise dikkate değer bir “uyum” var.
Bir başka deyimle, bizdeki “ulusalcı” söylem, “en aşırı sağcı Amerikan neo-con” söylem ile aynı dalga boyunda.
Yani, bizim “ulusalcılar”, sanıldığı ve kendilerinin sandıkları kadar “ulusalcı” değiller...
Paylaş