“Türkler”de “gelenek” ile “gelecek” arasında...

The New York Review of the Books’un 18 Aralık tarihini taşıyan ve Noel’i ifade eden “Bayram Sayısı”nda Orhan Pamuk’un “My Turkish Library” (Benim Türk Kütüphanem) adlı yazısını okuduğumu ve kendisinden yazının Türkçe orijinalini istediğimi dün yazmıştım.

Haberin Devamı

Orhan Pamuk’u ve onun gibi nicelerini, ister edebiyat adamı, ister gazete yazarı, ister asker, ister siyasetçi, ister akademik, vs. vs. uğraştıran “sorunsal”ı bir kez daha onun kaleminden okumak özellikle ilgimi çekti. Şu satırları izleyelim ki, meramımı daha sonra anlatabileyim:

“Ben yazar olmaya karar verdiğimde, hem şiirde hem de romanda, hakim edebiyat anlayışı yalnız bir bireyin kelimelerle kendini, ruhunu ve tuhaflığını ifade etmesine değil, takımlarla, cemaatlerle, arkadaşlarıyla birlikte hareket eden bir yazarın  toplumsal bir ütopyaya, bir hayale (modernizm, sosyalizm, İslamcılık, milliyetçilik, laik cumhuriyetçilik gibi)  katkıda bulunmasına da değer veriyordu. Tarihten, gelenekten yararlanma dürtüsü, bu yüzden yaratıcı yazarların kendilerine en uygun sesi taşıyan edebi biçimi bulmalarına yarayacak kişisel bir edebi sorun hiç olmamış, onun yerine gelecekteki mutlu ve uyumlu toplumu, hatta milleti, devletle birlikte inşa etme hayalinin bir parçası halini almıştı. İster aydınlanmacı ve laik cumhuriyetçi, ister eşitlikci sosyalist olsun, modernleşmeci iyimser edebiyat gözlerini geleceğe fazla diktiği için, son yüzyılda İstanbul’un sokaklarında, evlerinde olup bitenlerin ruhunu kaçırmıştır diye düşünürüm bazan. Türkiye’nin parlak bir geleceğe nasıl ulaşabileceğini tutkuyla dert eden yazarlar değil, Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar gibi geçmiş kültürün kaybıyla hüzünlenen yazarlarla, Ahmet Rasim, Sait Faik ve Aziz Nesin gibi İstanbul sokaklarının şiirini ve hayatiyetini önyargısız bir şekilde seven yazarlar, bana yaşadığımız hayatı daha doğru anlatıyorlar gibi gelmiştir.”

Haberin Devamı

Onca zaman “solcu” bilinen, hiç değilse “aydınlanmacılık”tan etkilenmiş bir “yenilikçi” olarak algılanan Orhan Pamuk’taki bu “gelenek tutkusu”, Nobel kazanmasına dudak büken “muhafazakar” ya da aynı tutkuya asılmayı kimlik haline getirmeye uğraşan kimi sağ unsurları şaşırtmalıdır.

Orhan Pamuk’un aslında parmak bastığı, bir çoğumuzu onlarca yıldır sarmalayan bir “sorunsal”dır.  “Vatanı kurtarmak”, “memleket meseleleri ile uğraşmak” hangi meslek alanında olursak olalım, bir çoğumuz açısından yaşamımızın anlamını biçimlemiştir.

Haberin Devamı

Yani, bir başka deyimle; “bugün” bizim için “sorunlu” olmuştur. “Şanlı tarih” ile ona yakışan ve “ideallerimiz” ile kuracağımız bir “gelecek” arasında sorunlu bir durak gibidir, yaşadığımız dönem; “bugün”.

Gözümüz geleceğe dikilmiştir. Bir yandan da “tarih”ten kopamayacağımızı, giderek kopmamamız gerektiğini fark etmiş. “gelenek”in korunmasının önemi ve değerini “kimlik tanımımız” açısından önemli görmüşüzdür.

Kısacası, ikisinden biri yanında kesin saf tutarak kendinizi dondurmayanlardan biri iseniz, “bizden biri”yseniz; gelenek ile yenileşme salıncağı arasında bir o yana, bir bu yana savrulmuşuzdur.

Bir “hayat devr-i daim’i” olarak, bu, hep böyle olacak gibidir...

Haberin Devamı

***             ***            ***

Bunun bize özgü bir durum olmadığını, Orhan Pamuk’un aynı yazısında şu bölümden çıkartabilmek mümkün:

“Batılılaşma ve modernleşme başladıktan sonra yalnız Türk edebiyatının değil, Batı dışı bütün edebiyatların temel sorunu, gelecek hayalleriyle şimdinin renklerini, modern bir insan ve ülke düşlemekle, varolan geleneksel dünyada yaşamanın zevklerini aynı anda kucaklamanın zorluğu olmuştur. Radikal bir gelecek düşleyen yazarların çoğu zaman siyasi kavgalara, iktidar mücadelelerine girişip hapishaneye düşmeleri, onların seslerini, gözlemlerini acılaştırmıştır.”

Yine de biz Türklerde bir “farklı yan” olmalı. Nitekim, Orhan Pamuk “Otuzlu yaşlarımda, ilk defa Amerika’ya gidip başka kütüphanelerin ve dünya kültürünün zenginliği ile karşılaşınca, Türk kültürü ve kütüphanesi olarak dünyada çok az şeyin bilindiğini görmek bana acı verdi” diye yazmıştır. Ama, “Bu acı, aynı zamanda, bir romancı olarak bana kültürün ve kütüphanemin geçici yanıyla temel yanları arasındaki farkları daha iyi görmemi, hayata ve kütüphaneme daha ‘derin’ bakmamı öğütleyen bir uyarıydı da” diye yazmayı da ihmal etmemiştir.

Haberin Devamı

Zaten “Türkler tarihlerinde hiçbir zaman Batılıların sömürgesi olmadığı için, Kemal Atatürk’ün yapmamızı istediği gibi Batı’yı taklit etmek, Kundera, Naipaul veya Edward Said’in ima ettiği gibi aşağılayıcı, kahredici bir şey değil, modern Türk kimliğinin önemli bir parçası olmuştur” diye yazarken biz Türklerin o “farklı” yanını vurguluyor.

Bir yandan da o yan, Türkiye’de “ulusalcılık”tan “İslamcılık”, “Atatürkçülük”ten “Kemalizm”e, hatta “sosyalizm”den “ilericilik”e, birçok siyasi faaliyet ve onun arka planındaki karmaşayı da beraberinde getirmiştir.

Bu yönüyle Türklerin en fazla Ruslara benzediğini düşünmüşümdür. Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı eserinde, Meksika’nın yanısıra Türkiye ve Rusya’yı kimliği bölünmüş anlamında “yırtılmış ülkeler” arasında saymasına kızabilirsiniz ama ünlü düşünürün böyle bir “ilhamı” niçin aldığını da düşünmek gerekir.

Haberin Devamı

Özellikle muhafazakar kesim, genel olarak “sağ”da yer alanlar açısından bir şaşırtmaca daha:

Orhan Pamuk, “Ben bu konularda kendimi, Avrupa’yı Rusya’dan daha iyi tanıdıkları için Rus aydınlarına öfkelenen Dostoyevski’ye yakın hissediyorum. Ama Dostoyevski’nin, Turgenyev’den nefret etmesine yol açan bu öfkeye fazla da hak veremiyoum. Çünkü Dostoyevski’nin Rus kültürünün, Ortodoks mistisizminin, -Rus kütüphanesinin diyelim mi?- savunuculuğunu bu kadar hevesle üzerine vazife edinmesinin arkasında yalnız Batılıların değil, Rus aydınlarının da bu kültürü tanımamalarına duyduğu duygusal tepkinin olduğunu, kendimden biliyorum” diye yazıyor.

***               ***               ***

Şu Kurban Bayramı günü, Batı-Doğu sorunsalını, o çerçevede “gelenek-Modernizm” denklemini edebiyat üzerinden irdelemek kadar; bunlara tarihi arka planıyla da, daha küresel ölçekte, göz atmakta yarar olabilir. Böylece, belki, Atatürk’ü kimlerle yanyana oturtacağımızı da görebiliriz.

Bunu yarına bırakalım.

Yarına bırakarak, dün sözünü ettiğim “Bayram gazetesi” geleneğini canlandırmış ve o geleneğe bir nebze uymuş oluruz. Üç gün üstüste, Kurban Bayramı “geleneği” ile 21.Yüzyıl “geleceği” arasında zihinsel bağlar kurma çabasını, böylece, paylaşmış oluruz. Yarına devam...

Yazarın Tüm Yazıları