Paylaş
Böyle bir olay, Silahlı Kuvvetler’in ülkenin siyaset ve toplumsal hayatında adeta dokunulmaz konumu ve rolü göz önüne alındığında çok şaşırtıcı ve hatta travmatik bir gelişme. Yaşanmamış ve yaşanılabileceği pek tahmin edilemeyen bir gelişme olduğu için, insanlar haliyle kaygılı.
22 Şubat gecesi, yarı şaka-yarı ciddi, “Acaba sabaha normal biçimde uyanabilecek miyiz? Bu gece bir şeyler olabilir mi?” cinsinden diyalogların çok kişi arasında cereyan ettiğini biliyorum.
Sabaha (dün) normal biçimde uyandığımda, iç ve dış basında söz konusu kaygının çeşitli şekillerde dile getirildiği yazılar dikkatimi çekti. Bunlardan biri İngiliz The Guardian gazetesinde idi. Gazete, gelişmeyi bir Batı gazetesinin gazetecilik kurallarından beklenecek mesafe, serinkanlılık ve ciddiyetle haberleştirmişti. Bir istisnasıyla. “İstanbul’da yaşayan ve Türk askeri ilişkileri uzmanı” olarak tanıttığı Gareth Jenkins’den yaptığı bir alıntıyı haberine iliştirmişti.
Bugüne dek Gareth Jenkins adında bir “Türk askeri ilişkileri uzmanı” duymadık ama bu ismi Ergenekon davası konusuna ipe sapa gelmez görüşleriyle ve bu görüşleri ta Washington’a koşup dile getirmesi sayesinde yakın geçmişte öğrenmiştik.
Gareth Jenkins, gözaltına alınmaların “büyük bir krizi tetikleyebileceğini” öne sürerek şöyle buyurmuş: “Savcıların bu gözaltına almaları tutuklamaya dönüştürmeleri için önlerinde dört gün süre var ve bunu yaptıkları takdirde ordunun kollarını kavuşturarak oturması ve tepki göstermemesinin imkânı yok.” Devam etmiş: “Bu iki otoriter güç arasında bir iktidar mücadelesidir. Ergenekon’un ardındaki gündem askerin gücünü azaltmaktır.”
Bu “iki otoriter güç” savının Türk medyasında kayda değer yandaşları zaten var. Hatta onlara göre “tek otoriter güç” var ve o da Ak Parti hükümeti. Dolayısıyla Gareth Jenkins’in bu safsatasının şu ara üzerinde durulmaya değer bir yanı yok.
Önemli olan, “gözaltılardan tutuklama çıkmaması” halinde “ordunun kayıtsız kalamayacağı”na ilişkin tahmin görüntüsü altındaki temennisi.
Ne yapacak ordu?
“Ölümden öte köy var mı?” hesabı “askeri darbe”den gayrı akla ne gelebilir?
* * *
Ali Bayramoğlu, dün, olan-bitenin görünürde parça parça davalar ve sorgular olduğuna işaret ederek, “ortada bir süreklilik var” diyordu: “28 Şubat’ı Balyoz Planı’yla 2003’e bağlıyorlar, 2003’ü Ayışığı ve Sarıkız Darbe Planları’yla 2004 ve 2005’e bağlıyorlar, 2005’i Cumhuriyet mitingleriyle 2007’ye ve en nihayet 2008-2009’a Kafes Planı’na bağlıyorlar.”
Olay budur, önceki gün olup-biten “Balyoz Darbe Planı”yla ilgili bir gelişmedir. Dediği gibi “Askeri vesayet düzeni eylemler bazında yakalanarak suçüstü yapılıyor” bunları görmek istememenin yarattığı güncel körlüğün pek anlamı yok.
O da üstü kapalı kaygı ifade ediyor: “Demokratik bir ülke olmak istiyor muyuz, istemiyor muyuz: Soru budur. İşin güç ilişkileri kısmı var… Asker içinden tepki gelebilir mi? Hükümete yönelik kıstırma politikası başka türlü nasıl yol alabilir?”
Cumhuriyet tarihimizde bugüne dek örneği olmayan önceki günkü gözaltı dalgasına yol açan “Balyoz Darbe Planı” Taraf gazetesinde yayımlandığında haberin altındaki üç imzadan biri olan Yıldıray Oğur ise bu soruya “darbe girişimi” tahmini yaparak cevap vermişti. 22 Şubat 1962’de Albay Talat Aydemir’in darbe girişimini hatırlatarak. Şöyle diyordu:
“Türkiye değişiyor. Eski rejim yavaş yavaş yıkılıyor. Zamanın ruhunu arkasına alan bu değişimi ancak bir darbe durdurabilir. Ve eninde sonunda bu denenecektir… Ben Türkiye demokrasisinin eninde sonunda ikinci bir çılgın Talat Aydemir’i karşısında bulacağını ve ancak rüştünü o tecrübeden sağ salim çıkarak ispat edeceğini düşünüyorum. İspanya’da da ordu kışlasına ancak 1981’de çılgın Albay (doğrusu Yarbay olacak. cç) Tejero İspanyol Meclisi’ni bastıktan sonra dönmüştü. O tarihi yüzleşme gününe hazır olun.”
Öyle mi olabilir mi acaba?
* * *
Bana sorarsanız, geldiğimiz nokta Türkiye’nin siyasi yaşamı bakımından bir “katharsis”; eğer Cumhuriyet tarihinde Cumhuriyet’in kurucu kurumunun en tepe noktalarında bulunmuş ve bulunan 49 kişi “hukuk dışına düşmek”ten ötürü sivil adlî sürecin nesnesi ve öznesi olmuşlarsa, tarihî bir dönemeç geçilmiştir. Böyle bir şeyin olmuş olması başlı başına anlam yüklüdür ve evet, bu bir “katharsis”tir. Cin şişeden geri sokulamayacak biçimde çıkmıştır.
Bu noktadan sonra, bırakın başarılı bir “askeri darbe”yi, askeri darbe girişimi bile Türkiye’nin 1923’ten bu yana bildiğimiz formatıyla sona ermesi demek olur.
Yani, mümkün görünmüyor.
Hukuk dışına düşmenin, düşenler “general” sıfatı taşıyor bile olsalar, hukuk sürecinin nesnesi ve öznesi olmasında bir olağanüstülük olmamalı. Hukuk devletine giriş ya da hukuk devletine geçiş de böyle olur zaten.
Baksanıza, 27 Nisan (2007) e-muhtırasının müellifi olduğunu ilân etmiş olan Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 22 Şubat 2010 günü “O muhtıra değildi. Silahlı Kuvvetler’in laiklik konusundaki duyarlılığını dile getiren bir açıklamaydı” diye bir “açıklama” yapma zorunluluğunu duydu.
Nedense, o “duyarlılık açıklaması” Cumhurbaşkanlığı seçiminin 367 hokkabazlığı ile bloke edildiği günün gecesine denk getirilmişti ve “açıklama”nın her satırı bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “neden cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini” anlatma vurgusu taşıyordu.
Her neyse. Türkiye, hukukun üstünlüğü güzergâhında yol aldıkça normalleşecek ve darbe girişimleriyle ilintili kişilerin, hangi sıfatları taşımış olurlarsa olsunlar, sivil adlî süreçlere tabi olmaları normal karşılanacak.
Darbe beklemeyin, demokrasi isteyin. Daha fazlasını.
Çıkış yolu orada.
Paylaş