12 Eylül referandumundan önce bu köşede çıkan bir yazıya “Bizim Mahalle”de büyük alınganlık oldu. “Hayır”ın başını çeken kimi “kanaat önderleri” kendilerine “ruh hastası” dediğimi, “Hayır” oyu verecek milyonlarca kişiyi “ruh hastası” ilan ettiğimi öne sürdüler.
Bu bir çarpıtmaydı. Ama, o “kanaat önderleri” dahil, “Bizim Mahalle”de önemli bir kesimin “zihin kimyası”nın bozulmuş olduğu ve bunun bir tür “şizofreni” yani “ruh hastalığı” sayılabileceğine ilişkin kanaatimi koruyorum.
Bu sadece bir tanı.
“Bizim Mahalle”nin o kesiminin gazete köşelerinden uzunca zaman bir süredir bizlere karşı ve daha önemlisi, “öteki” saydıkları herkese karşı yer yer nefret tonları taşıyan saldırgan dil, temsil etme iddiasında oldukları “Beyaz Türk” camiasının bir bölümünde de mevcut.
Dün sabah, uçağımın kalkışını beklerken, İstanbul Atatürk Havaalanı’nın salonlarından birinde kahvaltımı yapıyordum. Önümde gazeteler. Birçoğunun başlıkları Tophane’de galerilere saldırı haberlerine ilişkin. Yanımdan geçen iyi giyimli bir grup, “Bir de liberal diyorlar bunlara. Tophane’deki saldırıya hiçbirşey demezler tabii” diye lafını attı, içini boşalttı.
Bu tür bulaşmalara alışık olduğumuzdan gazetelerden kafamı kaldırmayıp, Tophane haberlerini ve yorumlarını okumaya devam ettim. “Zihin kimyası bozulanlar” korosunun “Biz dememiş miydik; işte yaşam hakkına saldırı” türküsünü her zamankinden daha yüksek sesle söyleyeceğini, olayı duyduğum anda biliyordum zaten.
Olay gecesi, olay yerine yakın bir yerde Mustafa Taviloğlu (Mudo) derin bir kaygı ve üzüntüyle haberi iletmişti bana.
Duyduğum anda, bu, ya “zihin kimyası bozukları” ateşlemek ve böylece “yaşam hakkına tecavüz” konusunu iktidar partisine yönelik yeni bir cephane olarak büyük basına taşımak amaçlı bir “provokasyon”dur ya da başka bir şey, düşüncesi zihnimi yaladı geçti.
Olayın dibi biraz kazılınca, öyle olmadığı da anlaşılıyor.
*** *** ***
Ne peki?
İstanbul’un metamorfozu ile ilgili sosyolojik, psikolojik, ekonomik boyutlu bir olay. “İdeolojik” yönü, işin sosu. Esası değil.
Tophane’de olanlara benzer olaylar, bundan önce de olmuştu, bundan sonra da olacak.
Bu satırları, Roma-Floransa treninde yazıyorum. Dünyanın tüm şehirleri arasında tartışmasız en güzellerinden ikisi, dünyanın tartışmasız en iyi muhafaza edilmiş, o anlamda “en muhafazakar” iki şehri arasında yol alırken yazıyorum.
Dünyanın her yanında 50 şehri konu eden, 50 şehre de değinen, 1999 yılında basılmış “Benim Şehirlerim” adlı bir kitabım var. Bu kitapta yer alan tek Türkiye şehri İstanbul. Kitabı okumuş olanlar, benim şehirlere ve özellikle İstanbul’a zaafımı bilirler.
İstanbul, tarih boyunca sürekli değişmiş, sakinlerini de sürekli değiştirmiş bir şehirdir. Şehrin büyüsü biraz da buradan gelir. Bilmem kaç göbek İstanbulluyum diye övünenlerin bu böbürlenmeleri pek hoştur ama aynı zamanda da boştur. İstanbul’a herkes bir yerden gelmiş ve arkasından başkaları gelmiş ve daha önce gelenler, yerlerini yeni gelenlere terketmek zorunda kalmışlar, sonradan gelenler de birkaç göbek İstanbullu haline dönüşmüşlerdir. Ta ki, onların da arkasından gelenlere dek.
İstanbul’un büyük tarihçilerinden Stefanos Yerasimos’u okursanız, o, bu olguyu çok güzel anlatır.
Tophane’yi mesken tutmuş Bitlis ve Siirt kökenli ve muhafazakar yurttaşlarımız, birkaç göbektir sahip olduğu “mahalleleri”nin elden önlenemez biçimde gittiğini farketmeye başlamışlar anlaşılan.
Yukarıdan Cihangir üzerinden, aşağıdan Galataport projesi üzerinen sıkıştırılıyorlar. Cumhuriyet’le birlikte Kemalist rejimin ona yeni bir değer katacak anlamlı tek bir çivi çakmayıp cezalandırmak ve burnunu sürtmek istediği görkemli İmparatorluklar başkenti, tarihi İstanbul, Sultanahmet-Süleymaniye hattı ve Haliç’in karşısında Galata-Beyoğlu alanında tarihi dokusunu koruyarak yeniden canlanıyor.
Ne ilginçtir ki, Beyoğlu-Kasımpaşa’lı bir Başbakan’ın vizyonu, Beyoğlu-Kasımpaşa’lı bir İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve Kasımpaşa’lı bir Beyoğlu Belediye Başkanı’nın uygulamalarıyla. Üçü de Ak Partili!
*** *** ***
Galata Kulesi çevresindeki binaların restorasyonlarıyla başlayan süreç, zorunlu (ve olumlu) olarak galerileri, kafeleri, lokantaları, müzikholleri beraberinde getirdi. Bu gelişme, Galata’nın kuzeybatı ucu Asmalımescit’e sıçradı. Asmalımescit, tarihinde olmadığı kadar ve dünyadaki tüm şehirlere parmak ısırtacak bir yaşam dinamizminin çarpıcı örneği şimdi.
Çaresiz, Tarlabaşı’nın öbür yanına da atlayacak, bu restorasyon ve yaşam dinamizmi; Aynalıçeşme’yi içine alıp, Kasımpaşa’ya dayanacak. Sultanahmet’ten başlayan dönüşüm ise Haliç’in diğer kıyısının üst bölümünde yavaş yavaş Fatih’e doğru yol alıyor. Kıyı, Eminönü’nden Balat’a, Ayvansaray’a dek hayli değişti bile.
Bu olgu, Haliç’in Avrupa yakasındaki kıyısı ile Boğaz’ın buluştuğu noktadan yukarı tırmanıyor. Cihangir ile buluşmaya gidiyor. Cihangir, Taksim bağlantısıyla İstiklal Caddesi’nin iki yanındaki geniş alan ile Asmalımescit’le irtibatta.
İstanbul’un uluslararası bir kimlikle, tarihi zemini üzerinde yeniden doğuşunda Firuzağa-Tophane arasında, şehrin Ankara iktidarları tarafından terkedilmiş olduğu dönemde buraya yerleşen Bitlis’li, Siirt’li ahaliye, önüne geçilmez gelişmeye ayak uyduramadan yaşama hakkı kalmıyor. En eskisi 40-50 yıllık, İstanbul’un tarihi karakterine uymayan çirkin binalar ile “birkaç göbektir İstanbullu” olan Tophaneli ve Firuzağalıların “yaşam tarzı”, kafeler, galeriler ve yeni insan dokusuyla bozuldu. Baş edemeyecekleri emlak fiyatlarına karşı koyamamak da, cabası.
Cihangir, “avantgarde-bohem kırması” yazar-çizer ve görsel sanat erbabıyla yeni çehresine kavuşmazdan önce, ona ve Tophane’ye sınır Firuzağa’da bir yıldan fazla oturmuştum. Dolayısıyla, nereden, nereye, nasıl yol alındığına ilişkin bir nebze fikrim var.
Şimdilerde Firuzağa-Tophane ekseninde yaşanan durum, 20 yıl kadar önce Ortaköy’de bugünküne büyük benzerlikler gösteren şekilde yaşanmıştı.
*** *** ***
Tarihi İstanbul’un başdöndürücü metamorfozunda gözden kaçırılmaması gereken bir olgu söz konusu. Galata, Asmalımescit, Aynalıçeşme, Tarlabaşı, İstiklal Caddesi’nin iki yanı, Cihangir’i kapsayan ve önceki gün “Tophane’de galeri saldırıları”na konu olan alan Beyoğlu ilçesi.
Bitlis ve Siirt kökenli muhafazakar mahalle sakinlerini saldırganlaştıran gelişmeler, Ak Partili Beyoğlu Belediyesi’nin tasarımının sonucu.
Haliç’in karşı kıyısı, Ak Partili belediye başkanlarının planlamasıyla butik oteller, restoranlar, kafeler, galerilerle, geleneksel muhafazakar yaşam alanlarını tehdit ediyor.
Galataport, Beyoğlu ilçesine dahil Kasımpaşalı ve Ak Parti’li Başbakan’ın bütün o bölge üzerinden İstanbul’u dönüştürme hülyasıyla ilgili.
Ortada müthiş bir paradoks söz konusu. “Yaşam tarzımıza tecavüz” şikayetiyle, Tophane olayından iktidar partisine karşı kampanya yürütmek niyetinde olan kesimlerin sözünü ettiği “yaşam tarzı”nı Ak Parti yönetimleri genişletiyor.
Tophane’deki Bitlis ve Siirt’li İstanbullara “kötü haberim” var. Kendilerinin anladığı ve tanımladığı “yaşam tarzları”nı Tophane’de koruyamazlar. Kaybettiler. Muhafazakar yaşam tarzlarını, “galeriler savaşı” ile koruyamazlar.
Birçok nedenin yanısıra, Ak Parti, onlardan farklı bir “Pera tasavvuru”na sahip çünkü.
Saldırıya hedef olan galeriler çevresinde oluşan koalisyonun içinde yer alan “zihin kimyası bozuklar” için ise bir “iyi haberim” var; İstanbul’u ve Türkiye’yi kavradıkları, ideolojinin yerine sosyolojiyi ikame ettikleri takdirde, “yaşam tarzları”nın Ak Parti iktidarı tarafından koruma altında bulunduğunu göreceklerdir. Tren, Floransa’ya yaklaşıyor; Toskana’nın güzellikleri arasında yol alıyor. Michelangelo’nun, Leonardo da Vinci’nin güzel şehrine varmak üzereyiz. Mimar Sinan’ın şehri de çok güzel. Öyle olmaya da devam edecek.