Tertele Dersim

Bir Dersim’li, bir genç kadın “Niçin Türk halkının hassasiyetleri insanların hak taleplerinden daha öncelikli olmak zorundadır?” diye sordu.

Doğru ve haklı bir soruydu. Sorunun muhatabı ben ve bir nebze en solunda benim oturduğum kürsünün en sağında oturan Hasan Cemal’di. Her ikimiz de konuşmamızda, “Dersim Soykırımı” sözcüklerinin Türk halkında hassasiyet yaratabileceğini ima etmiştik. İma, besbelli, “çok hassas” Dersim’lilerin dikkatinden kaçmamıştı.
Berlin’de “Dersim Konferansı”nın konuşmacıları arasındaydık. Benim katıldığım ilk “Dersim Konferansı” idi, sağımda diğer konuşmacılar, BDP Tunceli (Dersim) Milletvekili Şerafettin Halis ile Hasan Cemal’in dünkü yazısını ayırdığı 54 yıllık ömrünün 20 yılını Türkiye’de, yaklaşık 3,5 yılını ise Almanya’da hapiste geçirmiş olan Muzaffer Ayata ve en uçta Hasan Cemal dizilmişti.
“Dersim Konferansı”nın açılış konuşmacısı Berlin Eyalet Meclisi Başkanı Walter Momper idi. O ve Berlin’in merkezindeki Berlin-Mitte Belediye Başkanı Dr. Christian Hanke. İkisi de sabahtan akşama dek süren panellerin tüm konuşmacıları gibi dikkate değer konuşmalar yaptılar.
Walter Momper adını görünce şaşırdım. 1989 yılında Berlin Duvarı yıkıldığı, yani 20. Yüzyıl’ın sona erip 21. Yüzyıl’ın başladığı sırada Batı Berlin Belediye Başkanı, Berlin’in birleşmesinin ardından “Birleşik Berlin”in Belediye Başkanı tarihi bir şahsiyet idi.
“Dersim Soykırımı” başlıklı bir konferansta açış konuşması yapması, “Holocaust” dosyasını kapatmış ve geleceğe doğru yola çıkmış bir ulusun, en tarihi dönemeç noktasında en tarihi şehrinin “Belediye Başkanı” sıfatını taşımış bir insanın Dersim’e ilişkin duyarlılığının yansımasıydı.
“Dersim 1937-38”e ne isim koyacağız?
Türkiye’nin bir insanı olarak bundan sevinmeli miydim?
Daha “Ermeni Soykırımı” sözcüklerini sindirmemiş bir ülkede, “tarihimizle yüzleşmek” adına, buna bir de “Dersim Soykırımı”nın eklenmesinin “sindirimi” hepten imkansız kılacağından kaygılanmıştım. Hasan Cemal de öyle.
O nedenle dilim döndüğünce ve hayli üstü kapalı biçimde, Dersim’de olan-bitene “soykırım” denmesinin sakıncasına işaret etmeye çalışmıştım.
Ama “yakalanmıştık” işte.
“Türk halkının hassasiyetleri insanların hak taleplerinden niçin daha öncelikli? Öyle olmak zorunda mı?” sorusuyla karşılaşmıştım.
Soruyu cevapsız bırakmadım gerçi, ama “Dersim 1937-1938”in “soykırım”dan başka bir şey olmadığının da, “soykırım dememenin pragmatik açıklamaları”nı yaptığım sırada gayet iyi farkındaydım.
Dersim’de 1937-38’de olan-biteni belgeleriyle, kanıtlarıyla, tanıklarıyla dinlediğiniz vakit, “soykırım”dan başka hiçbir tanım içine girmiyor yaşanmış olanlar.
“Dersim Katliamı” desek?
Kulağa “soykırım”dan daha hoş geliyorsa, öyle diyelim.
Yapılan zaten “katliam”, ama “soykırım” niteliğinde bir katliam.
En doğrusunu “kurbanlar”ın kendisi bilir, söyler. Dersim’liler “Tertele Dersim” diyorlar, 1937-1938’de olanlara.  Bir Dersim’li anlatıyor:
“Eski (yaşlı) insanlarımız hep iki Tertele’den bahsederlerdi. Biri 1915’te Ermeni Tertelesi’dir. Yani Tertele Hermeniu. Diğeri ise, Tertelo péén veya Tertele Kırmancu dedikleri Dersim Tertelesi’dir. (Munzur Dergisi, sayı 30, s.55)
Yani, isim belli: Tertele Dersim!
Başbakan Tayyip Erdoğan, Dersim’de 50 bin kişinin öldürüldüğünü haykırmıştı. 50 bin kişinin sistemli, planlı biçimde öldürülmesine ne isim koyalım?
“Dersim İsyanı” hiç olmadı...
Bu arada, dilimize pelesenk olmuş “Dersim İsyanı” nitelemesinin doğru olmadığını da hiç kuşkuya yer bırakmayacak biçimde Berlin’de öğrendim. Katliam için yola çıkan askere bir “direniş” söz konusu ama bi “ayaklanma” sureti kat’iyede söz konusu değil.
Bir “yalan tarih”le, “tarih yalanı” ile bunca yıl yaşamış olmak, onbinlerce insanın kuşaktan kuşağa aktardığı “gerçekler”den habersiz yaşamış olmak ağır bir duygu.
Dersim’in başına gelecek felaket, 1925’ten beri adım adım planlanıyor. 28 Haziran 1930’da 1850 sayılı yasa ile Doğu bölgesinde suç işleyenler her türlü cezai işlemden muaf tutuluyor. Bu yasa ile orduya, bölgede atış serbest, öldürmek mübah denmiş oluyor.
Dersim’in kaderini 1935 yılında Atatürk’ün talimatıyla bölgeye giden İsmet İnönü’nün “Şark Raporu” belirliyor. İnönü’den sonra, Celal Bayar’ın, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey ve Genelkurmay’ın Dersim raporları var. İkincisi “Dersim bir çıban başıdır, behemehal temizlenmelidir” derken, üçüncüsü “Dersim’li okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvet müdahalesi Dersim’e daha çok tesir eder. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır” diyor.
Bu raporların “yol haritası” işlevi gördüğü askeri harekatı, o dönemde bölgede görev yapmış olan, eski dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil, Kemal Kılıçdaroğlu’na “Ordu, zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler...” diye anlatmıştı.
Evet, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir Dersim’li. Berlin’de hemşehrilerinden dinledik, Kureyşan aşiretinden, aile fertlerinden çok sayıda insanı Dersim katliamı ya da Dersim soykırımında yitirmiş.
Ve yine Berlin’de öğrendik ki, Kemal Kılıçdaroğlu, olan-biten herşeyden haberdar; Dersim 1937-1938 ile ilgili tüm belgeleri yıllar öncesinden toplamış.
Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’na düşen görev
Peki, bunların şimdi sırası mı?
Olmayabilir. Peki, sırası ne vakit?
Sıraya kim koyacak? Ne sıfatla, ne hakla koyacak? Sıranın şimdi değil, o vakit –hangi vakit ise-  olması neye göre, niçin öyle olacak?
Kaldı ki, bir Dersim’linin ana muhalefet partisi genel başkanı olduğu, siyasi rakibi olan Başbakan’ın yüksek sesle “Dersim’de 50 bin kişi öldürüldü” dediği bir dönemin Türkiye’sinde, “Dersim dosyası” açılmayabilir mi?
Kemal Kılıçdaroğlu ve Tayyip Erdoğan, Dersim konusunda Berlin’li Walter Momper’den daha az duyarlı olabilir mi?
Herşeyden önce şunu Dersim’in adı iade edilmelidir. Zira, soykırım önce ismi ve kimliği silmek demektir.
Ya Tertele Dersim; ya Dersim...
Yazarın Tüm Yazıları