Paylaş
Bosna, 1990’larda, çok insan gibi benim de yüreğimi dağlayan en yakıcı ateşti. Bosna’ya, savaş yıllarında,binbir maceradan geçerek beş kez gittim.Orada, Avrupa’da geçen yüzyılın sonuncu ve en kanlı savaşının cereyan etti. Göz kamaştırıcı güzellikte bir toprak parçasıydı. O cennet topraklarda olan-bitene savaş demek yanıltıcı olabilir. Olan, Bosna-Hersek Müslüman halkına uygulanan sistemli bir “soykırım” kampanyasıydı.
Bosna-Hersek’te yüzbinlerce insan, üç yıl içinde hayatını kaybetti, evlerinden ve yurtlarından oldu. Binlercesi kayboldu. Yakın tarihin en hayasız saldırılarını yaşadı.
Bütün bunlar, başlarına bir ölçüde “bizim”le ilişkili olarak geldi. Saldırgan Sırp çetecileri, Osmanlı döneminde Müslüman oldukları için Bosna halkını “Türk” diye niteliyordu. Bosna-Hersek’in etnik Slav kökeni, ırkdaşları Sırplar için bir anlam taşımıyordu. Onlar, “Türk” yani “Müslüman” olduğu için imha edilmeleri gerekiyordu.
Bu hunhar katliam politikasının Bosna’da iki temsilcisi vardı. Bosna Sırplarının “siyasi” lideri Radovan Karaciç ve “askeri komutan”ları General Ratko Mladiç. Her ikisinin iplerini ise, Yugoslavya Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Slobodan Miloşeviç Belgrad’dan tutuyordu.
Bosna-Hersek başkenti Saraybosna, dört yanını çeviren dağların ortasında bir çanak gibiydi ve dağlar Mladiç’in askerleri ve çetecilerinin elindeydi. Şehrin hiçbir köşesi güvenli değildi. Karaciç, Saraybosna’ya onbeş dakika uzaklıkta, şehrin kuzeydoğusundaki bir tepenin ardındaki Pale’de karargahını kurmuştu. Yıllarca, Saraybosna’da psikiyatrist olarak çalışmış, yaşamış ve ayrıca şair kimliğiyle edebiyat çevrelerinde de isim yapmıştı. Kaşlarının üzerine düşen gür saçlarıyla, vahşi bir saldırının sorumlusu olabileceği izlenimi hiç vermiyordu.
Öyle bir adamın onbinlerce hemşehrisinin kanına girmiş bir ırkçı olabileceğine inanmak zordu. Ama öyleydi. Bosna’daki “soykırım” kampanyası, bir yönüyle Yugoslav iç savaşının bir parçasıydı. İç savaşlarda tanık olunan vahşet ve gaddarlığa hiçbir başka savaş türünde rastlamak mümkün değildir. Bosna manzaraları, yakından bildiğim Lübnan iç savaşına rahmet okutturacak nitelikteydi.
21.Yüzyıl’a beş kala uluslararası ilişkilerde yürürlükte olan 300 yıllık Westphalia sistemi yürürlükten kalkıyordu. Bosna’da olup-bitenler, bir “ulusal egemenlik” koruması altındaki bir “iç sorun” olarak görülmedi ve “insanlık suçu” addedildi.
Slobodan Miloşeviç’in “devlet başkanı” sıfatı kendisini kurtaramadı. Lahey’de “savaş suçları mahkemesi”nin karşısına çıkartıldı. Hapishanede öldü...
*** *** ***
Miloşeviç’i Sırbistan’ın Avrupa Birliği’ne girmeye azimli yöneticileri teslim etmişti. Ancak, Karaciç ile Mladiç, yakalanmadan ve işledikleri “insanlık suçu”nun hesabını vermeden, Sırbistan’ın Avrupa Birliği’ne adım atabilmesi mümkün değildi.
Sırp milliyetçiliği, bizdeki “ulusalcılığa” rahmet okutturacak ölçüde saldırgan ve ırkçıdır. Buna rağmen, Sırbistan’ın yeni yöneticileri, ülkelerinin “stratejik ufukları”nı doğru ölçerek ve “Sırp ulusalcıları”nın tepkilerini göğüslemeyi göze alarak, Radovan Karaciç’i de Lahey’de “Savaş Suçları Mahkemesi”nde yargılanmak üzere teslim ettiler.
Bu, bir bakıma, Sırp devletinin “Avrupa normları”na uymak ve Avrupa sisteminin bir parçası olabilmek uğruna, kendi kendini temizlemesi anlamına geliyor.
Sırp ırkçılığı, Sırp devlet yapısının içine öylesine yerleşmiş ve üstelik Sırp Ortodoks Kilisesi’nin öylesine güçlü desteğine sahip olmuştur ki, Miloşeviç’ten arınmak, Radovan Karaciç’i teslim etmek kolay iş değildir. Bunun için, muazzam bir “devletin temizlenmesi ve yenilenmesi iradesi” gerekir ve iradeyi anlamlı kılacak öylesine bir “stratejik hedef” (AB) olmalıdır ki, bu yapılabilsin.
Yapılmıştır.
Sırbistan’ın iç dengelerine bakıldığında, bizdeki Ergenekon, peynir-ekmek cinsinden sayılır.
*** *** ***
Ama, netice itibarıyla bizdeki Ergenekon’u da, Türk devletinin kendisini temizleme ve yenileme işlemi olarak bakabiliriz. Hernekadar, Sırbistan’daki “ırkçılık” ve “çetecilik geleneği”yle kıyaslandığında, bizdeki Ergenekon, peynir-ekmek cinsinden sayılabilse de, onun geçmişi de neredeyse 100 yıl geriye, İttihatçılığa kadar uzanıyor.
Ergenekon dediğiniz de, Türk devlet sisteminin içinde paslanacak kadar yer etmiş bir pisliktir ve bu temizlenme işlemi haliyle sancılı biçimde cereyan ediyor.
Medyaya yansıyan üstü açık-kapalı Ergenekon kollayıcılığında rol alanların pek “çağdaş” ve hatta “anti-emperyalist” görüntülerine aldanmayın; Miloşeviç de Yugoslavya Komünist Partisi’nin lideriydi. Bosna’da “soykırım kampanyası”nı yürütenler –Karaciç gibileri- pekala “solcu” ve “anti-emperyalist” geçiniyorlardı.
Türkiye’de medyanın orasına burasına yerleşmiş zevzekler ve edepsizler, Türkiye’nin demokrat ve liberal düşünce sahiplerine hangi hayasız saldırıları yürütürlerse yürütsünler, Türk siyaset sahnesindeki “Ergenekon kiri”nin temizlenmesini önleyemeyecekler. Türkiye, Sırbistan’ın gerisine düşemez, düşmeyecek.
Türkiye’nin bugünü, herşeye rağmen, dününden iyidir. Yarını bugünden daha iyi olacak.
Esası kaçırmayalım; Ergenekon soruşturmasının uyandırdığı umut ve iyimserlik, tam da budur...
Paylaş