Silvan ya da Türkiye’nin Suriyeleşme tehlikesi

Silvan’daki kanlı gelişmeye doğru teşhis koymak öyle kolay değil. Ne olduğu, nelere yol açtığını görerek, ileride, ileriden geriye bakarak anlaşılabilecek cinsten bir olay.

Tıpkı 1993 Mayıs’ında, Turgut Özal’ın ölümünden bir ay kadar sonra Elazığ-Bingöl karayolunda meydana gelen “33 asker” olayı gibi. O olay, PKK’nın Abdullah Öcalan ve Murat Karayılan gibi en üst yöneticilerinin şimdilerde “tarihi dönüm noktası” diye değerlendirdikleri ama pamuk ipliğine bağlı “ilk ateşkes”i sona erdirmiş ve 1993-1999 arasında tam anlamıyla bir “kan banyosu” yaşanmıştı.

Kürt sorunu da, zaten 0 1990’lı yıllarda kangren haline dönüşmüş, mevcut düğümlerin üzerine adeta gemici düğümleri atılarak, çözümü çok zor bir hale dönüşmüştü.

Bugün bile 1993’teki o olayın “arka planı”na ilişkin üzerinde herkesin ittifak ettiği bir tespit yok. Birçok PKK’lı birbirinden farklı değerlendirmeler yapıyor. Olayın arkasında, savaşın devamından yana olduğu öne sürülen “derin devlet” parmağını işaret edenler de var; PKK’nın savaş yanlısı çizgisiyle ilintisini kuranlar da. Başka değerlendirmeler de.

O olayın arkasında İran ya da Suriye veya her ikisinin “gizli servisleri”nin etkisi olup olmadığı da, halen askıda duran bir soru işareti.

Ama üzerinde hiç kimsenin ihtilafta olmadığı değerlendirme, o olaydan sonra Kürt sorununa ilişkin gelişmelerin başka bir mecrada yol alması, 1990’larda “düşük yoğunluklu bir savaş”ı başlatmış olduğu.

Sorunun çözümü doğrultusunda bir “tarihi fırsat”ın kaçırılmış olduğu, bir başka değerlendirme.

“33 asker” ile “13 şehit” analojisi


1993’teki “33 asker” olayı hatırlanarak, 2011’de Silvan’daki “13 asker” olayına anlam verilmek isteniyor.

Yani, sanki “tam çözümün eşiğinde” dolaşırken, “barış umutları” yeşermişken Silvan’daki olay ile, “savaş baltaları” tekrar gömüldüğü yerden çıkarılmış görünüyor.

Bunun gerekçesine ilişkin, kestirmeci yorumları birkaç gündür ardarda okuyoruz. Olayı, “derin PKK”nin işi olarak yorumlayanlar, yani PKK’nın Kandil’deki “şahinleri”nin, İmralı’daki Abdullah Öcalan’ın  “devlet heyeti” ile “uzlaşma”ya yakın verimli görüşmeler yaptığı sırada bu “hamle” ile PKK liderini boşa çıkarttığını anlatıyorlar.

“Zamanlama” da hatırlatılıyor. Tam “yeni ve demokratik anayasa” hazırlığına girişildiği sırada ve bu amaçla Ak Parti-BDP arasında temaslar başlamışken, böyle bir eyleme girişilmesinin, “demokratikleşme”yi baltalama amacı taşıdığı öne sürülüyor.

Buradan yola çıkarak, PKK’nın Ergenekon’un “yedek gücü” haline dönüştüğü, “Ergenekon-PKK işbirliği” iddiası ortaya atılıyor.

Silvan olayında “askerler”in Ak Parti’yi zora düşürecek, “Ergenekoncu eğilimleri”nin de payı olduğunu öne sürenler varsa da, söz konusu yaklaşım, “derin devlet” ile PKK arasında kesin bir sınır çizmediği için, böyle bir “tahlil” geçerliliğini korumuş oluyor.

Bu, Ak Parti iktidarını olumsuz herhangi bir gelişmeden “bağışık” kılmak için aşırı gayretlilerin bildik yaklaşımlarının, basmakalıp şablonlarını Silvan’a oturtma gayreti gibi anlaşılmalıdır.

Kimi yorumcular ise, Öcalan’ın PKK ve “silahlı güç” kartlarını asla terketmemiş olduğuna dikkati çekerek,Silvan’daki gelişmeye ilişkin Abdullah Öcalan’ın sorumluluğunu öne çıkarıyorlar. Bunlara göre, Öcalan ile “derin PKK” farkına ilişkin vurgular, yanıltıcı ve gerçeği yansıtmıyor.

Çözümcü “devlet aklı” var mı?


Geldiğimiz noktada, asıl sorunun, belki de “en büyük” sorunun, Türkiye’nin “devlet aklı”nın henüz Kürt sorununu –PKK sorunu başta olmak üzere- çözmeye hazır olmamasından kaynaklandığı üzerinde pek durulmuyor.

Oysa, asıl sorun bu ve burada. Kürt sorununu çözmek için ciddi ve esaslı bir siyasi irade oluşmadıkça, “PKK sorunu”nu çözmek için “ezber bozan” cinsten “siyasi cesaret” sahibi olunmadıkça, Silvan benzeri gelişmeleri yaşamaya, maalesef, hazır olmalıyız.
1993’te durum, aslında, bugünkünden özünde pek farklı değildi.  Koca devlet sistemi içinde çözüm için kafa yoran ve bu konuda gerekli siyasi cesarete sahip olan Turgut Özal’dan başka hiç kimse yoktu.

Turgut Özal da, Çankaya’da bir “yalnız adam”dı; ömrü uzasaydı bile 1993’ün şartlarında, “33 asker olayı”nın yaşanmayacağını hiç kimse garanti edemezdi.
Sadece Turgut Özal’ın yaşamına devam etmesi halinde, “33 asker olayı”nın daha sonra olduğu gibi bir “düşük yoğunluklu iç savaş”a dönüşmeyebileceği söylenebilirdi ki, yaşanmamış bir tarih için bu bir spekülasyondan öteye değer taşımaz.

Gelelim bugüne... Başbakan, “Kürt sorunu bitmiştir” görüşünü tekrarlıyor. “Kürt kardeşlerimizin sorunları”ndan söz ediyor ki, bunu da “Türk, Laz, Çerkes, Gürcü, Roman vs.” ile eşitliyor. Bu yaklaşım, Kürtlerin, Türkiye ötesinde bir “ulusal kimlik” elde ettiği bir “tarih dilimi”nde ortaya konuyor.

1990’lara geri dönüş


Bu durumda, elimizde kala kala bir “PKK sorunu” kalıyor ki, bu da netice itibarıyla bir “güvenlik sorunu” olarak ele alınmaktan başka bir imkan bırakmıyor.
Konuya böyle yaklaşmak ise, ister istemez, 1990’lardaki “birinci kareye geri dönüş” sonucunu doğuruyor.

İmralı’daki “görüşmeler” ise, “sorunu çözme”, hatta “PKK sorunu”nu çözmeye elverecek bir nitelik kazanmıyor, kazanamaz da. İkide bir, siyasi olduğu besbelli “koster arızası” ile Abdullah Öcalan’a ve böyle yaparak örgütüne bir “mesaj” veriliyor. Bir “güvenlik başağrısı” olarak algılanan PKK ile mücadele, özü itibarıyla, bunca yıldır nasıl sürdürülmüşse öyle sürdürülmeye devam ediyor.

Daha önce de belirttim; Türkiye’de iktidar, ekonomiden dış politikaya, Türkiye’nin yükselen uluslararası profiline, oradan seçimlerdeki yüzde 50’lik desteğe uzanan zeminde haklı olarak artan bir “özgüven”e sahip.

Ve yine bu köşede defalarca, “Türkiye’nin Suriye’ye benzer bir fotoğraf vermesi” endişesini dile getirdim. Bu, ancak, Kürt sorunu üzerinden, PKK eylemlerinin yaygınlaşması ve buna karşı yanlış teşhisten doğan karşılıklar verilmesiyle mümkün olabilirdi. Haklı olarak yükselen “özgüven”in tedrici “erozyon”u da öyle sağlanabilirdi.

Bunun böyle olmasında çıkarı bulunan komşu ülkeler ve hatta müttefiklerimizi de unutmayalım.

İktidar doğru yerde mi?


İşte tam da bu nedenlerle, hükümetin, PKK-BDP hattına ilişkin olarak seçim sonuçlarının ve onunla birlikte bilinen krizin ortaya çıkmasında akıllı, esnek ve hatta “yüce gönüllü” davranması gerekirdi.

Tam tersini yaptılar.

Bütün bu yazdıklarımız, BDP’nin –ve DTK’nın- siyasi pozisyonlarındaki hamlığı ve yanlışları mazur göstermez ve ortadan kaldırmaz.

Ama, bugün gelinen noktada, “çıkmaz yollar”ın zorlanmamasında, Silvan’ların tekrarlanmamasında ana sorumluluk iktidarın sırtında duruyor.

Tayyip Erdoğan hükümeti, indirgemeci tahlillerle kafa karıştırmaktan öteye bir sonuç üretmeyen, pratik ve yararlı hiçbir öneri getirmeyen çeşitli renklerdeki “yandaş korosu”na kulaklarını tıkamalıdır.

Kürt sorunu var mı, yok mu; nasıl ele alınmalı, bu çerçevede “PKK sorunu”na nasıl yaklaşmalı, bir kez daha düşünmeli, “ezber bozucu” ve yaratıcı olmalıdır.

En önemlisi,  Aynur Doğan’a gösterilen “beyaz Türk” tepkisini ve Ege’de başgösteren “toplumlararası çatışma” ihtimalini gözönüne alarak, “popülizm”e asla sapmamalı; “siyasi cesaret” göstermelidir.
Yazarın Tüm Yazıları