Paylaş
Amerikan kaynaklı bu “tüketim pompalaması”, küreselleşmenin “kültürel etkisi” sayesinde Türkiye gibi, dünyanın 14 Şubat kutlama geleneği ve alışkanlığı bulunmayan bir köşesine yayıldı. Bir yer hariç.
Lübnan.
Lübnan’da 14 Şubat tarihi, ülkenin çehresini değiştiren, “iç savaş”ın yıkıntılarından ülkeyi ayağa kaldıran eski başbakan Refik Hariri’nin akıl almaz bir suikastla (2005) öldürüldüğü gün. Refik Hariri, arasındaki büyük farklar bir yana, Türkiye’de Turgut Özal’ın “Lübnanlı replikası” gibiydi.
Aralarındaki çarpıcı benzerlikler bana ta 1991’de Lübnanlı dostlarım tarafından anlatılmıştı. Bunu,1997’ta, Turgut Özal’ın ölümünün üzerinden dört yılı aşkın süre geçtiğinde, kendisiyle Beyrut’taki uzun görüşmemizde, bizzat gözlemleme imkanım olmuştu.
Refik Hariri’nin öldürülmesinin ardında “Suriye’nin parmak izleri”nin bulunduğunu, bölge ile asgari bilgilere sahip olan, gelişmeleri gün be gün izleyen herkes biliyor. Ortadoğu’da ne olsa, ardında “ABD-İsrail parmağı” olduğunu söyleme kolaylığındakiler dışında. En azından, Hariri ailesi için, suikastın arkasında kimin bulunduğu konusunda ne bir bilgi ve ne de kanaat eksikliği söz konusu.
Refik Hariri suikastı öylesine önemsendi ki, BM Güvenlik Konseyi, emsali görülmeyen bir uygulama ile, Lübnan hükümeti ile (Başbakan Fuad Siniora, Hariri’nin Maliye Bakanı ve en yakın dostlarından biriydi) işbirliği halinde, bugüne dek emsali olmayan, bir “ilk” sayılan “Uluslararası Mahkeme” kurulmasını kararlaştırdı. İlki Alman, ikincisi Belçikalı iki saygın hukukçu, yıllardır cinayete ilişkin soruşturmayı yürüttü ve bulguları, belgeleri Mahkeme’ye sunmak için hazırlandı. Mahkeme’nin yeri de belli. Hollanda’da Lahey’de toplanacak.
Suikast zanlıları arasında bulunan Lübnanlı üst düzey yetkililerin bir bölümü Beyrut’ta hapiste. Onların yakını ve “Şam’ın kuklası”olarak bilinen, Hariri’nin hasmı Emile Lahoud’un Lübnan Cumhurbaşkanlığı süresi doldu. Lübnan, aylardır Türkiye’dekine rahmet okutturacak cinsten bir cumhurbaşkanlığı krizi yaşıyor.
“Uluslararası Mahkeme”, tahmin edilebileceği gibi Şam’da büyük alerji yaratıyor. Suriye rejimi, “Uluslararası Mahkeme”nin kendisine yöneleceğinden ve “meşruiyeti”ni sorgulayacağından kaygılı.Lübnan’daki her kanlı gelişme, genellikle, Suriye ve “Uluslararası Mahkeme” oluşumu ile irtibatlı olarak yorumlanıyor.Suriye’nin, Refik Hariri suikastı ile ilgili “Uluslararası Mahkeme”nin çalışmasını engellemek ve bu yöndeki girişimleri caydırmak amaçlı girişimleri ile.
Hizbullah’ın Beyrut’a kuvvet yığıp, ülkeyi istikrarsızlaştırması, Cumhurbaşkanı seçimlerinin kilitlenmesi, hep bu çerçevede değerlendiriliyor.
2008 “Sevgililer Günü”, bölgede daha öncekilerden çok daha farklı bir gelişmeyle damgalandı. Çarşamba günü, 1983’te Beyrut’taki ABD Büyükelçiliği’nin havaya uçurulması, Deniz Piyadeleri Karargahı’na yapılan ve 241 Amerikan askerinin ölümüyle sonuçlanan büyük intihar saldırısının ve TWA uçağının kaçırılması gibi eylemlerin beyniolarak bilinen İmad Mugniya, Şam’da bir suikast sonucu öldürüldü. İmad Mugniya, Hizbullah’ın “efsanevi” ismi olarak da biliniyordu ve nerede yaşadığı bilinmediği gibi,yıllardır izi de bulunamıyordu. İmad Mugniya’nın Refik Hariri suikastıyla ilgisi üzerinde de spekülasyonlar vardı.
Olayın, “herhangi bir suikast” olmasının ötesindeki “stratejik önemi”, İsrail’in Haaretz gazetesinin satırlarına şöyle yansıdı:
“Lübnan krizini Başşar Esad ile görüşmek için Çarşamba günü Şam’da beklenen İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mottaki’yi tatsız bir sürpriz bekliyordu. İranlı bakan, Suriye’nin artık güvenli bir devlet olmadığını, istihbaratının delinebilir olduğunu ve İran’ın uzantıları ve dostlarının, ister İslami Cihad ya da Hamas olsun veya İmad Mugniya suikastının işaret ettiği haliyle, ateş hattının önünde olduğunu gördü...
Mottaki bir sürprizle karşılaştıysa, Esad da burnunun altından sert bir yumruk yemiş oldu. Üstelik, bu yumruk, Hizbullah’ın deyimiyle ‘hainlerle dolu’ parçalanmış Lübnan’da gelmedi...
Ama en büyük sarsıntıyı, istihbarat yapısı, güvenlikyetenekleri ve saldırı mimarisi bizzat Mugniya tarafından kurulmuş olan Hizbullah hissedecek. Bu, dolayısıyla, potansiyel yansımalarıHizbullah’ın en yüksek plancısı ve eylemcisinin ortadan kaldırılmasının ötesine geçen, stratejik bir suikasttır.
Zira, şu anda önemli soru, Tahran-Şam-Hizbullah ekseninin birarada ve ayrı ayrı nasıl karşılık vereceğidir...”
İsrail ve Amerika, derhal İmad Mugniya suikastı ile herhangi bir ilişkileri olmadığını açıkladılar. Ama, Amerikan Dışişleri Sözcüsü, “Dünyanın İmad Mugniya’sız daha iyi bir yer olduğu”nu söylemekten de geri kalmadı.
Refik Hariri suikastının arkasında, Suriye’nin bulunduğu kanaati doğalsa, İmad Mugniya suikastının arkasında İsrail ya da ABD’nin bulunmasını düşünmenin de hiçbir garip yanı olamaz.
Nitekim, “Tahran-Şam-Hizbullah ekseni”nin ortak ya da tek tek karşılık vereceğini bekleyen İsrail’de hedefin kendisi olacağı, “konsansüs” konusu. Yine Haaretz’i izleyelim: “Şimdiden başlayarak baş hedef İsrail’in kendisi olacak, dünyanın her yanındaki İsrailli ve Yahudi kurumlar ve İsrail havayolları ile hatta birçok İsraillinin ayak bastığı havaalanları. Bunlar, Mugniya’nın kendisinin kurduğu ve harekete geçirdiği, dünya çapındaki gizli Hizbullah hücreleri tarafından güvenlik açısından zayıf noktalar olarak görülüyorlar...”
Bu arada, İmad Mugniya suikastının ardından, dünyadaki bütün İsrail diplomatik temsilciliklerinde olağanüstü güvenlik önlemleri alındığını da kaydedelim...
*** *** ***
Buradan Türkiye’ye düşen sonuçlar var mı?
Elbette, var. İmad Mugniya suikastının ertesi günü, İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Ankara’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından bile kabul edilecek önemdeki içeriğe sahip bir ziyareti gerçekleştiriyordu. Görüşmelerin gündeminin başında, Türkiye’ye İsrail’in bir “casus uydu” satması, yani iki ülke arasında “güvenlik ve istihbarat işbirliği”nin “zirve yapması” bulunuyor. Türk hava kuvvetlerinin modernizasyonu, İsrail’le varılacak “paket”in bir başka yanı.
Türkiye, aynı zamanda, Suriye ile “en yakın” ilişkilere sahip “Batılı” bölge ülkesi ve Suriye ile İsrail arasında “arabuluculuk” konusunda pek hevesli.
Bir yandan da, PKK’ya karşı mücadelesini “terörizme karşı” mücadelede öncelikli görüyor ve bu konuda ABD işbirliğini talep ediyor; İsrail ile somut işbirliklerine yöneliyor.
Yakın gelecckte, Suriye çıkışlı ya da İran-Suriye destekli Hizbullah’ın İsrail ve/veya Amerikan hedeflerine karşı “terörizm” diye nitelenebilecek saldırılarında nerede duracak? Hangi tavrı benimseyecek? Suriye ile, ve iktidardaki Ak Parti’nin “ideolojik angajmanları” göz önüne alınırsa, İsrail ile ilişkilerini nasıl düzenleyecek?
Bunlar, “stratejik suikast”ın ürettiği “siyasi-stratejik” sorular.
İktidarın, “Realpolitik”ten çok uzaklarda, bol miktarda “hayalperestlik”le bezenmiş Ortadoğu politikası nedeniyle, cevapları pek de kolay olmayan sorular...
Paylaş