Paylaş
Ondokuzuncu yüzyılda yaşamış olan İngiliz tarihçi ve düşünür Lord Acton’ın kendisinden daha ünlü sözüdür: “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar.” (İngilizcesi: Power corrupts, absolute power corrupts absolutely.)
Tayyip Erdoğan’ın başına gelen buydu. Hem onun, hem 13 yıl gibi uzun süre iktidarda olan, dolayısıyla iktidar nimetleriyle, medyasıyla, müteahhitleriyle “Havuz”dan nemalanarak dinden imandan çıkan ve fena halde “dünyevileşen”, aralarından bazıları gözbebeklerine kadar yolsuzluk bataklığına girmiş bulunan AKP’nin başına gelen de buydu.
Bozuldular. Kesinlikle, mutlak şekilde bozuldular. Üstelik, Tayyip Erdoğan, giderek bozulduğu mevcut iktidarını “mutlak iktidarı”na dönüştürmek için 7 Haziran seçimlerinde AKP için “mutlak çoğunluk” isteyerek sahaya indi.
Yüzlerce saat bir o, bir de başbakanlığa yerleştirdiği Ahmet Davutoğlu’nun sesini duyduk. Cumhurbaşkanı, herkese sürekli hakaret ediyor, tehditlerde bulunuyor; başbakanı, onu taklit peşinde kısılmış ve yer yer çatlayan sesiyle muhalefete lâf yetiştirmeye çalışıyordu.
İkisinden biri nerede, hangi saatte, ne uzunlukta konuşsa, tüm televizyon ve radyolar –iktidarın şikayetçi olduğu “medya grubu” da dahil olmak üzere- yayınlarını keserek, bu ikilinin seslerini milyonlara canlı yayın olarak dinletmeye başlıyorlardı.
Türkiye’nin nasıl bir “totalitarizm karabasanı” ile yüzyüze olduğunun “canlı yayını” idi.
Ve, herkes, iç dünya ve dış dünya, 7 Haziran’ın bir yönüyle, Tayyip Erdoğan’ın “mutlak iktidarı için referandumu”, diğer yönüyle ise “bir yıla varmayan cumhurbaşkanlığının güven oylaması” olduğunun farkındaydı.
Sonuç ortada: Türkiye, yüzde 60 çoğunlukla Tayyip Erdoğan’ın “Tek Adam” ve AKP’nin “Tek Parti” iktidarına “hayır” dedi.
Bugüne dek her türlü “hukuk dışı” davranışlarını “milli irade meşruiyeti” olarak göstermek isteyenlere daha mükemmel bir cevap ve ceza olamazdı. Alın size, “milli irade”!
İtirazınız olabilir mi? Türkiye’nin yüzde 60’ı size, ikinize, yüzde 86 katılımlı muhteşem bir “demokrasi şöleni” sonucunda “hayır” dedi işte.
Türkiye halkının bu “tarihî” kararı, içeride yarattığı “sevinç dalgası”nın yanında dış dünyada da “saygı” uyandırdı. Etkili Financial Times, seçimin ertesi günü “Erdoğan’ın Türkiye’sinde halkın iktidarı kazandı” başlığı ve “Onun mutlakiyetçi gidişatını önleyen bir seçim selâmlanmalıdır” alt-başlığı altında yayımladığı başyazısını şöyle noktalamıştı:
“Türkiye’nin Nato ittifakındaki ve her yerdeki dostları bu sonuçtan mutluluk duymalıdır. Yıllardır, Erdoğan, Rusya’nın demokratik bir devlet olabilme umutlarını tek-adam yönetimi kurarak kıran Cumhurbaşkanı Vladimir Putin ile karşılaştırılıyordu. Uzun süreden beri Türkiye’nin, Rusya’nın trajik biçimde diktatörlük yoluna sapmasını tekrarlamasından korkuluyordu. Türkiye halkının geleceklerine ilişkin olarak, cumhurbaşkanlarının empoze etmek istediğinden çok değişik bir vizyona sahip bulunduğunu görmek çok yüreklendirici.”
Ne ilginçtir ki, seçimlerden dört gün önce Marc Champion,”Fatih Erdoğan” (Erdogan the Conqueror) başlıklı Bloomberg View’da yer alan yazısında şu satırlara yer vermişti:
“Şu soruyu sormak mantıklıdır: Eğer Türkler kişi-merkezli bir yönetim tarzını tercih ediyorlarsa, bundan kime ne? Ve eğer ülkelerini Avrupalı olmaktan ziyade Ortadoğulu görmek istiyorlarsa, niçin olmasın?
Ama Türkiye –örneğin Rusya’nın tersine- otokratik bir lideri sevenler ile ondan nefret edenler arasında eşit biçimde bölünmüş durumda. Ve –yine Rusya’nın tersine- Türkiye, onyıllardır yüksek katılımlı ve nisbeten temiz seçim tecrübesine sahip. Demokrasi (Türkiye’de) kirli bir sözcük değil.”
Gerçekten de, 7 Haziran ile birlikte, hem Türkiye’nin “demokrasi ısrarı” ve hem de halkımızın “olgunluğu” övgüler alıyor.
Türkiye’yi de yakından tanıyan, tanınmış gazeteci Dexter Filkins, The New Yorker’da “Erdoğan Döneminin Sonu mu?” başlıklı yazısını şu çarpıcı cümlelerle bitirdi:
“Şu anda Türkiye seçmenleri selâmlanmayı hak ediyorlar. Seçim sonuçları demokratik yönetime dair şu ünlü vecizeyi hatırlatmak için yeterince sevindiricidir: ‘Tüm halkı bazen, bazılarını ise her zaman aldatabilirsiniz. Ama tüm halkı her zaman aldatamazsınız.”
7 Haziran işte bu “demokratik yönetim”e dair “ünlü deyiş”i doğruladı. Türkiye halkı, dolayısıyla, dünyanın her köşesinden övgülere mazhar oluyor.
Washington Post’ta David Ignatius, Türkiye seçim sonuçlarının “küresel ölçekte anlamlı” olduğuna, çünkü son yıllarda “kırılgan demokratik sistemlerin tepeden aşağı çözüm empoze eden güçlü yönetimlere dayanamayacağı” kanısının yaygın bulunduğuna, buna “Putinizm”, “Beijing Konsansüsü” gibi isimler verildiğine ve “otoriterleşme eğilimlerinin dünya çapında yaygınlık kazandığına” dikkat çektikten sonra, “Bu becerikli despot fikri, Türkiye’nin parlamento seçimlerinde pazar günü sert biçimde reddedildi. Yüzde 86’nın üzerindeki katılım.. demokrasinin istikrar sağlayan gücü ile bilinçli seçmen aklının gücünü kanıtlamış oldu” hükmüyle, Türkiye seçmenlerini selâmlıyor.
Türkiye’nin ve siyasetin geleceği, 7 Haziran’ın Türkiye dışına taşan anlamı ve değerini göz ardı ederek “dizayn” edilemez.
“Tek Adam” ve “Tek Parti” yönetimine “hayır” anlamı taşıyan 7 Haziran seçim sonuçlarından sonra, Tayyip Erdoğan’ın Beştepe’de oturmasına izin verilemez.
O, 600 milyon dolara mal olmuş bulunan 1150 odalı Ankara-Beştepe’deki “Ak Saray”, dünyanın en güçlü devleti ABD’nin Başkanlık ikametgâhı olan “Beyaz Saray”dan tam 30 misli daha büyük. 1789 Fransız Devrimi’nin yıktığı Fransız monarşisinin ikametgâhı olan Versailles Sarayı’nın ise 4 misli.
“Kaçak inşaat” iddialarına hedef olan o mekân, Tayyip Erdoğan’ın 7 Haziran’da tutmayan hesaplarına bağlı olarak, onun “Tek Adam-Tek Parti” yönetimini ifade eden “Yeni Türkiye”yi simgeliyordu.
Siyasette simgeler önemlidir.
7 Haziran’ın sonuçlarına saygı, Tayyip Erdoğan’ın “demokrasi”ye ve “milli irade”ye saygısının ölçüsü, “Beştepe’nin boşaltılması” ve “Çankaya’ya dönülmesi” olacaktır.
Erken genel seçim değil ama Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yenilenmesi, önümüzdeki günlerde gündeme gelebilir.
“Tek Adam” gibi “Tek Parti” yönetiminin de son bulması, kendiliğinden “koalisyon” seçeneğini gündeme getiriyor ama “AKP ile koalisyon”u değil.
Bu AKP ile değil. Mevcut haliyle AKP ile “koalisyon” demek, onunla koalisyon kuracak partinin “ölüm öpücüğü”nü kabullenmesi demektir.
AKP, her şeyden önce, “iç muhasebe”den geçmek ve kendisini “yenilemek” zorunda.
Türkiye halkı, 7 Haziran’da Tayyip Erdoğan’ın önünü kesti. AKP’ye ceza verdi. Geri kalan üç partiyi ise, AKP’den “uzak” durmuş oldukları için ödüllendirdi.
HDP, seçimlerden önceki yaygın AKP ile uzlaşma söylentilerinin önünü net biçimde kapamasa, yüzde 10 barajını aşabilir miydi?
MHP, AKP ile söylem ortaklığı tuttursa oy oranını AKP aleyhine arttırabilir miydi?
7 Haziran öncesinde umut verici bir yenilenme sürecine giren CHP, halkın reddettiği “eski iktidar”a can verecek yollara girerek, kendi “yenilenme süreci”ni sürdürebilir mi?
Türkiye’nin önündeki yönetim modelini 7 Haziran verdi: “Tek Adam”a ve AKP’nin “Tek Parti” yönetimine hayır.
Öncelikle, AKP kendisini yenilemedikçe ve değiştirmedikçe, AKP’siz iktidar formülleri üzerinde çalışmak gerekiyor.
Türkiye demokrasisi böyle diyor…
Paylaş