Paylaş
Noel’i kast ettiği belli. Bir hafta sonrası, 25 Aralık Noel günü, 24 Aralık, en büyük tatil, Noel gecesi...
İnsanın aklına şu Kurban Bayramı günü, eski Bayram gazetelerini düşürüyor. Bayram gazeteleri, özellikle İstanbul Bayram gazetesi, “Babıali Milli Takımı” gibi bir şeydi. Değişik gazetelerdeki muhabir ve yazar isimleri, bayram günleri aynı gazetede buluşurlardı. Okurlar açısından bakıldığında ise, tek bir gazeteyi okumaya alışık olanlar bile, diğer gazetelerin kadrolarıyla da bayram gazeteleri sayesinde tanışık olurlardı.
Bayram Gazetesi geleneği-yanlış hatırlamıyorsam- 1993’de Sabah gazetesinin bayramda yayıma devam kararıyla bozuldu. Rekabet nedeniyle diğer tüm gazeteler de yayımlanmak zorunda kaldılar.
O vakit Sabah gazetesindeydim ve “geleneğin” bozulması kararını “devrimci” bulduğum için hararetle desteklemiştim. Şimdi geri dönüş imkansız olmakla birlikte, “gelenek” keşke devam etseydi görüşündeyim.
Okurlar açısından Sabah’ın 1990’ların başındaki oyunbozanlığı iyi olmuş olabilir. Gazete çalışanları ve yazarlar açısından pek iyi olmadı. Onlar, hiç kimse çalışmaz iken çalışmak zorundalar.
Sadece bu yönden de değil, “gelenek” gelenek olduğu için de korunmalı. Aslında, “gelenek” ile “yenilenme” arasında varolan sorunsal, her alanda her konuda zihinleri meşgul etmiştir. The New York Review of Books’un son sayısı, “Bayram Sayısı” olduğu için değil, içinde tam da bu konuya yer veren önemli ve ilginç bir yazı yayımlamış olduğu için, dikkatimi özellikle çekti.
*** *** ***
Derginin intenet sitesini açar açmaz, “İktisat” alanında Nobel 2008 ödülünü kazanmış olan Paul Krugman’ın “What To Do?’ (Ne Yapmalı?) başlıklı yazısı göze çarpıyor. Şu “küresel mali kriz” döneminde Nobel kazanmış ve şu günlerde Stockholm’de ödülünü törenle alacak olan Paul Krugman’ın, hem de “Ne Yapmalı?’ başlıklı yazısını kim okumaz?
Ama benim dikkatim asıl onun altındaki yazıya takıldı.O da bir Nobel ödüllüye aitti. İki yıl önce şu sıralarda Stockholm’de –oradaydım- törenle ödülünü almış olan Orhan Pamuk’un “My Turkish Library” başlıklı yazısı dikkatimi çekti.
Paul Krugman’ın yazısının, The New York Review of Books’un internet sitesinin giriş sayfasına alınmış tanıtım paragrafı, “Dünyanın şu anda bir kurtarma operasyonuna ihtiyacı var” cümlesiyle başlıyor. “Ne Yapmalı?” yazısının tanıtım paragrafı, içinde bulunduğumuz ve yıkıcı etkilerini reelsektöre yaymaya başlayan küresel mali krizden çıkabilmek için bir-iki ipucunu gösteriyor. Günümüz ve yakın geleceğimiz için, hepimizin, Paul Krugman imzası altında yayımlanmış olduğu için okumaktan vazgeçemeyeceğimiz bir yazı.
Ama dedim ya, benim dikkatim, alttakine odaklandı. Orhan Pamuk’un “My Turkish Library” (Benim Türk Kütüphanem) başlıklı yazısının, The New York Review of Books’un internet sitesinin giriş sayfasındaki tanıtım paragrafının ilk cümleleri şöyleydi:
“1970’de, onsekiz yaşımdayken –kitaplara ilgili duyan tüm Türk çocukları gibi- şiir yazmaya başladım. Resim yapıyor ve mimari öğrenimi görüyordum ama her ikisinden de duyduğum zevki yitirmeye başlamıştım. Geceleri sigara içiyor ve herkesten saklayarak şiir yazıyordum...”
Dikkatimin canevini vurmuştu Orhan Pamuk, o satırlarla. En azından çocukluğunda ve ilk gençliğinde şiir yazmayan hangi Türk vardır? Hele ilkokulda iken Atatürk hakkında şiir yazmayan tek bir gerçek Türk olabilir mi? Ya da gençlik yıllarında aşk şiirleri kaleme almayan bir gerçek Türk?
Ben, kendi payıma ilkokul yıllarımda, o sırada varolan milyonlarca Türk şairinin arasındaydım. Bir 10 Kasım töreninde Fazıl Hüsnü Dağlarca şiirlerinin yanında, Atatürk için kendi yazdığım şiirin okunmasına izin verilecek kadar da iddialı ve usta bir şair olmalıydım.
Şiire devam etmedim. Delikanlılık yıllarımda bir-iki aşk şiiri karalamış olmalıyım. Bir gerçek Türk olduğum için aksi düşünülemezdi.
Şiir yazmayı iş edinerek ve ikisini yani hem Atatürk ve hem aşkı birleştirerek şiir yazmaya başlayanlar, yazdıkları Atatürk’e aşk şiirleriyle tanınmaya başlarlar ve en iyileri ve en önemlilerinden biri, bir süre önce 90 yaşında diğer aleme göçen Fazıl Hüsnü Dağlarca olur.
Orhan Pamuk’un da şiire devam etmediğini biliyoruz. Etseydi, Nobel kazanabilir miydi?
Bu sorunun cevabı yok. Bir romancı ve üstelik bugüne kadar Nobel kazanan tek Türk olarak “Edebiyat” alanında Nobel-2006 ile adını tarihe kaydettirdi.
Hernekadar “dünyalı” olma iddiamı yitirmediysem de, öncelikle bir Türk olduğum için olmalı, taze Nobel’li, ekonomi alanında Nobel-2008 sahibi Paul Krugman’ın yazısı, içinde bulunduğumuz “mali kriz” bakımından “derde deva” niteliğinde olsa bile, ben “Benim Türk Kütüphanem” başlıklı, eski Nobel’li ve üstelik bunu edebiyat alanında elde etmiş olan Orhan Pamuk’un yazısına takıldım.
Yazıyı okuyunca pek de hoşuma gitti. İki yıl önce, Stockholm’de “Babamın Bavulu” başlıklı Nobel konuşmasını tamamladığında kendiminki dahil, bir çoğumuzun göz pınarlarının ıslandığını, kimimizin kimseye fark ettirmeden burnunu çekiştirdiğini görmüştüm. Müthiş bir konuşmaydı o. Kısa metin alanında Nobel veriliyor olsa, o konuşmaya verirdim ben.
“Benim Türk Kütüphanem” yazısı, içerik bakımından tümüyle farklı olan “Babamın Bavulu” gibisinden değilse de, çok hoşuma gitti. Özellikle yazının, bizim dünyamızda yazarın önüne dikilen “gelenek” ile “Batılılaşma ve Modernleşme” arasındaki ezeli sorunsala gönderme yaptığı bölümleri özellikle ilgimi çekti.
Bu konuda bir yazı yazmaya karar verdim. The New York Review of Books’ta yayımlanan yazının Türkçe’den çeviri olduğu yazının başına iliştirilmişti. İngilizce okuduğum yazının, yazıma almak istediğim bölümlerini Türkçe’ye çevirmenin anlamı yoktu. Orijinali Nobel’li yazarın kaleminden zaten Türkçe çıkmıştı.
Bunun üzerine Orhan Pamuk’a oturup bir elektronik posta gönderdim ve yazısının orijinalini istedim. Bana cevabında Milliyet’in Pazar ekinde bir ay önce yayımlandığını bildirdi. İki ay önce yayımlanmış gerçekten. “Benim Türk Kütüphanem”i Milliyet arşivinde bulduğumda, onun da üzerinde, “Haftalık Alman gazetesi Die Zeit Orhan Pamuk’tan kütüphanesi ile ilgili bir yazı istedi. 9 Ekim’de yayımlanacak bu yazı, önceden Milliyet’te” bilgisini okudum.
Yani, Orhan Pamuk’un The New York Review of Books’un ‘”Bayram Sayısı”nda İngilizce bulduğum yazısı, 9 Ekim’de Die Zeit’ta Almanca, ondan önce de orijinal Türkçesi ile Milliyet’te yayımlanmıştı.
Bu yazıyla ilgili yazmak istediğim ne mi?
Sözü (yazıyı) uzattık. O, yarına kaldı. Eskiden Bayram gazetelerinde böyle yapılırdı. Başka okuyabileceğiniz bir gazete olmadığı için, kendisini okumaya mecbur bırakmak için Bayram gazetesi yazarları böyle yaparlardı.
Yarın devam etmek üzere.
Bayramınız Mübarek olsun...
Paylaş