Paylaş
Sonrasında da. “Ortadoğu”da. Ama bu Ortadoğu, bildik Ortadoğu değil. Çin’in “Orta-Doğu” bölgesi olarak nitelenen, 5000 yıllık muazzam bir uygarlığın ve kültürün temellerinin atıldığı Çin’in Henan vilayetinde.
Sarı Nehir’in birkaç kilometre güneyinde, Luo nehrinin üzerinde, Yi nehrinin yanıbaşındaki Luoyang, Çin tarihinde 13 hanedana başkentlik yapmasıyla, dolayısıyla “Çin uygarlığının beşiği olmakla gururlanan bir kent.
Çin ulusunun doğduğu topraklar iki upuzun nehir arasında; Sarı Nehir (Huanghe) ile Yangtze (Changjiang). İlki 5464, ikincisi 6300 kilometre uzunluğunda. Her ikisine sayısız ve hayli uzun yol kat’eden nehir katılıyor.
“Tarihi Çin’in yüreği” sayılacak bir alandaki Luoyang, başkent Beijing’e trenle 11, en önemli şehri Şanghay’a 14 saat uzaklıkta. İçinde bulunduğu Henan’ın vilayet merkezi bile değil. Çin idari yapısında “ilçe”ye tekabül ediyor. Nüfusu 7 milyon kadar. Çin’den söz ediyoruz. Ölçüler değişiyor tabii. Pusula, matbaa, kağıt, sismografi cihazı gibi, “bilim ve teknik”te binlerce yıl önce Çin’in insanlığa sunduğu dev gelişmeler Luoyang patentli. Ama Luoyang ve çevresini asıl önemli kılan Çin’in “manevi tarihi”ndeki yeri.
Ülkenin en eski Dao tapınağı sayılan 4000 yıla yakın ömrüyle Zhengyue Miao ile 2000 yıla yaklaşan ömrüyle ülkenin ilk Budist tapınağı Beyaz At Tapınağı, o bölgede. Zen Budizmi’nin ortaya çıktığı ve ardından Kung Fu’nun doğum yeri sayılan Shaolin Si de yine o bölgede.
Çin dendiğinde bizim aklımız ya ülkenin son yarım yüzyılına ve ister istemez Mao Zedong’a veya 21. Yüzyıl’da ABD’ye rakip bir süperdevlet olarak ortaya çıkmaya başlamasına yol açan akıl almaz ekonomik büyümesine gidiyor. Oysa, Çin’e “içerden” bakıldığında, ülkenin bir “21. Yüzyıl devi” olarak sahneye çıkmasının arka planını oluşturan derin ve köklü tarihine, biz “Tek Tanrılı dinler”in topraklarında yetişenlerin kolay anlamasına imkan vermeyen kültürüne takılıyorsunuz ister istemez.
Çin’in 5000 yıla yaklaşan büyük uygarlık tarihinde 50 yıllık Komünist dönemin yeri ne kadar olabilir ki?
Bu “tarih boyutu”nu yakaladığınız anda –ki, günümüz Çin’inde “içerden” Çin’e bakmayı denerseniz, yakalamamanız mümkün değil- herşeye bakış açınız değişmeye yüz tutuyor. Herşey gözünüzde bir nebze küçülüyor.
Ülkenizde sizi her daim oyalayan konular da buna dahil. Örneğin, Türkiye’nin seçim sonrası tartışmaları, hem mesafe sayesinde, hem de Çin’de bulunmanın kendine özgü ortamından ötürü, insanı tartışmanın Türkiye’deki tarafları kadar saramıyor.
*** *** ***
Çin’e merak saldığınız anda, Çin tarihiyle düşüp kalkmaya da başlamak zorundasınız. O vakit, sırasıyla, Xia, Shang, Zhou, Qin, Han, Wei, Shu, Wu, Jin, Sui, Tang, Liao, Song, Yuan, Ming ve Qing hanedanlarıyla süslenen tarihiyle oynaşmaktan zevk almaya başlıyorsunuz.
Her mimari eser ya da kalıntı, herhangi bir obje, bir felsefe ve fikir akımı, alternatif tıp; bütün bunların herhangi bir hanedan dönemine ilişkin referansları mevcut.
Artık hemen herkesin aşina olduğu Çin Seddi ve Terracota askerleri, ülkenin imparatorluk dönemine geçişini başlatan Qin hanedanı zamanında. Milattan önce 200 kadar öncesinde. Çin harf karakterleri “pinyin” adı verilen Latin harf karakterleriyle yazıldığı takdirde, okunuşlarını da öğreniyorsunuz. Qin, Çin diye okunuyor. “X” harfi “Ş” sesi veriyor, “Sh” harflerinde olduğu gibi. “Zh” ise bizdeki C. Yani Zhou, Cow gibi bir telaffuz veriyor.
Dünya dillerinde Çin sözcüğü, Qin hanedanını başlatan İmparator Qin Shi Huang’dan geliyor. Çinliler kendi ülkelerine Zhongguo (Congguo) diyorlar. Congguo, “Merkezi Krallık” demek. Bu isim ülkenin ismi olarak ilk kez Zhou hanedanının son dönemlerinde, bundan yaklaşık 2500 yıl kadar önce kullanılmış. Zhou hanedanı ülkelerini “uygarlığın merkezi” olarak görmüş.
Çin, bu sayede kendi içinde, kendi başına, başlı başına bir “dünya” olagelmiş herhalde. Dünyanın 1.3 milyarlık nüfusuyla en kalabalık, yüzölçümü Avrupa kıtası boyutlarında ülkesi, tarihinde hiçbir zaman “yayılmacı” olmamış, o anlamda “emperyalist” olmadan hep “emperyal” kalmış.
Burada insan “dünyayı seyrederken” –internet çağındayız, herşeydan anında haberimiz oluyor- dünyaya pek ihtiyaç duymadan, “Merkezi Krallık”ta, kendi dünyasında, “dünyanın merkezi”nde bulunmanın tatmin duygusunu yaşıyor.
Luoyang’a bir, bir buçuk saat uzaklıkta 600 bin nüfuslu bir “belde” konumunda olan Dengfeng’deki Shaolin Manastırı’nda Sakyamuni Buda’sı ile Lao ve Konfüçyüs’ün imajlarının tek bir yüzde birleştirildiği bir figürü görünce, bu topraklarda bizim bildiğimiz türden bir dinlerarası “medeniyetler çatışması”nın da yaşanmadığının ipucunu edindim.
Şu sıra İstanbul, “medeniyetler ittifakı” toplantısına ev sahipliği hazırlığında. Galiba, “medeniyetler ittifakı”na gerek duyuran “medeniyetler çatışması”, tek tanrılı dinlerin kültüründen ve öyle bir tarihi arka plandan üreyen bir olgu.
*** *** ***
Çin’e her geldiğimde, kendimi mutlaka ülkenin metropollerinin dışına, “taşra”sına atmaya bakıyorum. Birkaç ay önce güney vilayetlerinden birinde, Vietnam sınırına bitişik Guangxhi-Zhuang Özerk Bölgesi’nde idim, bu kez “orta-doğu”da Henan’da. Çin halkı tek kelime anlaşamadan daha iyi tanınıyor, daha iyi hissediliyor. Dünyanın en iyi yürekli, en sevilesi halklarından biri olduğuna tanıklık edebilirim.
Şanghay’da ise New York’un Manhattan’ı gözünüzde küçülmeye başlıyor. 1978’de Şanghay’da 15 gökdelen varmış, 2006’da bu sayı 4000’e dayanmış. 2009’da 5000 etmiş olmalı.
Çin, bizim gibi çok uzaklardan gelenler için hayatın her anı, ülkenin her köşesi çok yeni, çok heyecan verici çok eski, derin, dingin bir ülke. Bizim gibi çok farklı kültürden gelenler açısından müthiş bir bilmece.
Peki bütün bunların Türkiye’deki seçim sonuçlarıyla, Ak Parti’nin oy oranındaki düşmeyle, Güneydoğu’da DTP’nin yükselişiyle, Londra’daki G-20, Strasbourg’daki NATO Zirvesi’yle, Barack Obama’nın 48 saat sonra Türkiye’ye ayak basacak olmasıyla ne ilgisi var?
İlk bakışta hiçbir ilgisi yok tabii.
Ben olduğu kanısındayım. Yarın devam edelim...
Paylaş