Paylaş
Ben Doğubayazıt’a vardığımda daha gelmemişlerdi. Eksikliklerini hissetmedim. Ararat’ın muhteşem görüntüsü aklımı başımdan almıştı.
Hep böyle oluyor zaten. O “ilahi varlık”ı ne zaman ve nereden görsem, büyüsüne kapılıyorum. İster Iğdır’dan, ister İran yönünden gelirken Mako yakınlarında gördüğüm andan, ister Erivan’dan, ister Nahcivan’dan, nereden ne zaman görsem Ararat aklımı başımdan alıyor.
Tendürek yönünden onu ilk kez gördüm. Çaldıran ovasını geçip, 2644 metre yükseklikte lav kalıntılarıyla seyrine doyum olmaz volkanik bir arazi üzerinde yükselen Tendürek Geçiti’ne varınca, Ararat’ın bembeyaz zirvesi birden tüm görkemiyle gözümün önünde dikiliverdi.
Gün mükemmel başlamıştı zaten. İki gündür pustan kendini göstermeyen Süphan, ortaya çıkmıştı. Sabah uyandığımızda, Van Gölü’nün harikulade mavisi üzerinde birdenbire “Ben buradayım” diyen Süphan’ı gördük. Özlem giderdik. Bir gün içinde hem eşsiz Süphan, hem Tendürek ve hem de Ararat’ı görmek.
Allah’ın imtiyazlı kullarından biriyim diye aklımdan geçiriyorum, birkaç saat içinde bu olağanüstü ve Tanrısal güzellikleri görebilmeyi sağlayan coğrafyaya ait olduğum için. Hele Ararat...
Ararat’a Ağrı Dağı demekten hoşlanmıyorum. Çünkü, o, Ağrı kenti var olmadan da vardı. İsmini Ağrı’dan alamaz. Madem, değiştirilen yer isimlerinin iadesi gündeme geldi. Ağrı Dağı’nı Ararat’a iade etmenin de vakti geliyor demektir.
*** *** ***
Doğubayazıt’tan ayrılmadan gazeteler geldi. Radikal’de “Yaşar Kemal ve Gül çözüm umudu yarattı” üst başlığı “Açılım heyecanı” manşeti ve manşet altında “Bir ilk: Polis Akademisi’nde Kürt çalıştayı yapılacak”...
Ve daha Doğubayazıt’ta iken, birkaç dakika önce gazete başlığında okuduğum Kürt çalıştayına davet edildiğimi telefonla öğreniyorum. Bu haberi almadan birkaç dakika önce, telefona düşen sanki sitemli bir mesajda Abdullah Öcalan’ın avukatlarının bir türlü benimle temas kuramadığı bildiriliyor. Abdullah Öcalan, 15 Ağustos’ta ilan edeceği “yol haritası”na ilişkin mümkün olduğu kadar geniş bir insan topluluğuyla avukatları aracılığıyla temas kurup, görüşlerini almayı düşünmüş. Gelen mesaja cevap gönderiyorum. “Bana bir türlü ulaşamamalarının sebebi İstanbul’da olmadığım için” diyorum.
Nerede miyim?
Kah, Van’ın yılın 8 ayı dünyayla bağlantısı kopan Bahçesaray’ında yani Müküs Mir’lerinin merkezinde; kah ülkenin en doğu noktasında, bir başka tarihi Kürt merkezi Doğubayazıt’ta. Kürt meselesini İstanbul’da konuşmak için beni arayanlar bulamıyorlar.
Doğubayazıt dönüşü, yol boyu kulağımda telefon, Ankara’daki Kürt çalıştayına nasıl gideceğimin organizasyonu ile meşgulüm. Bir yandan da gözüm yolda. İşte Erciş’ten geçiyoruz, Yaşar Kemal’in memleketi.
Şoföre, “Zilan Deresi buralarda bir yerde olmalı” diyorum, “Tam yanından geçiyoruz” diye parmağıyla sağımızda, kavak ağaçlarıyla başlayan yemyeşil vadiyi işaret ediyor.
Bu topraklarda geçmişte ne acılar yaşandı. Yaşar Kemal, onu Yaşar Kemal yapan 1950’li yıllardaki röportajlarında “Zilan Deresi Katliamı”nı öğrenmişti. Bir seferinde bana gözlemlerini anlatırken, dinlediklerinden ne kadar etkilendiğini, sanki yeni öğrenmiş gibi yüzüne yerleşen dehşet ve hüzün izleriyle hatırladım, ve içimden selamladım Yaşar abi’yi Erciş’ten geçerken.
Tatvan’ı görmeyeli çok olmuş. Ne kadar büyümüş, ne kadar değişmiş. Karanlık bastıktan sonra hayat ne kadar cıvıl cıvıl Tatvan’da.
Van ve çevresinde geçirdiğim son birkaç günün, “Kürt sorununun çözümü”ne ilişkin görüşlerimi hayli etkilediğini itiraf etmeliyim.
Kürt sorunu ve ona çözüm aramak, bizim kuşağın neredeyse tüm ömrünü aldı. Umut, belki hiç bugünlerde olduğu kadar yükselmemişti. Bu çözüm çabalarının son yıllarda en ön saflarında yer alanlardan biri olarak, çözüm umudunun eskiye oranla en fazla yükseldiği şu günlerde “bölge”de bulunmak, bana çok çarpıcı gözlemler kazandırdı. Bir ay kadar önce de Mardin ve çevresindeydim.
İnsan bölgede ve özellikle Van çevresinde, İstanbul entelektüel çevrelerindeki tartışma ortamımızdan ya da Ankara’da çözüm odaklı “Kürt çalıştay”larından, siyasi karar mahfillerindekilerden farklı gözlemler ediniyor.
Eksik yönleri ve zaafları bulunmakla birlikte, bir “Tayyip Erdoğan vizyonu”nun hakkını vermeliyiz. Bu “vizyon” kendini, İstanbul ve Ankara’da önemi pek de güçlü biçimde kavranmayan “duble yollar”da ortaya koyuyor.
Van-Bahçesaray arasında 3000 metre yükseklikte dağların nasıl alt üst edildiğini, nasıl doğaya karşı bir kahramanca mücadele halinde Bahçesaray’ın “dünyaya bağlanması”na çalışıldığını bir önceki yazıda belirtmiştim. (Bu arada kayda geçmesi için bir düzeltme: Bahçesaray’a yol getirilmesi Naci Orhan’ın ömrünü adadığı büyük rüyası imiş. Bir gün Bahçesaray yani Müküs, bu dünyanın bilinen bir parçası olduğunda Naci Orhan ismi de ölümsüzleşecek demektir.)
Yol yapımı, sadece Van’ın güneybatı yönünde değil, doğu yönünde de sürüyor. Van-Hakkari yolu, genişletilerek, gidiş-gelişli halde kısaltılıyor. Hoşap Kalesi’ne yol yapımı nedeniyle meşakkatle varıyorsunuz. Aynı şekilde, Van-Tatvan arasını kısaltacak şekilde dağlar deliniyor, tünel açılıyor. Böylece, Bitlis’e ve Bitlis üzerinden Diyarbakır’a ulaşan yolu geliştiriliyor ve kısaltılıyor.
Doğu ve Güneydoğu’daki bu muazzam yol şebekesi, ülkenin “girilemez” ve kendi kaderine “terkedilmiş” görüntüsündeki coğrafyasını, ülkenin geri kalan bölümüne “entegre” ederek, “pazar”a açıyor. “Pazar” üzerinden de “küresel” dünyaya.
Yol şebekesine, sağlık hizmetleri, eğitimin yaygınlaştırılması ve telekomünikasyon alt yapısının oluşturulması eşlik ediyor. Bölgeye yönelik, bölgeyi dünyaya, dünyayı bölgeye açacak büyük bir “açılım” söz konusu.
Bu “açılım” ı, tabii ki sadece coğrafya olarak düşünmemek gerekiyor. Bu “açılım” üzerindeki insanlarla birlikte olacak ve oluyor. Yani, Kürtlerle. Kürtlerin, Türkiye ile ve giderek dünya ile entegrasyonunun alt yapısının oluşturulmasına tanık oluyoruz Van ve çevresinde.
Türkiye’nin “Kürt açılımı” yaptığı, Kürtlerin Türkiye’ye entegrasyonunun “fiziki alt yapısı” tamamlandığı takdirde geriye ne kalır?
“Ruhi” ya da “manevi” alt yapısının tamamlanması. Buysa, Kürtlerin kimlik hakları gereğince tanınmasından ve sorunun şiddet boyutu geride bırakılmasından geçiyor.
Kürt sorununun çözümü dediğimiz de, kimsenin aklına bugüne kadar gelmeyen bir “sihirli formül” olmayacak. Yapılacak olan ya da yapılması gerekenler bunlar; yani hükümetin “Kürt açılımı” ile yerine getirilecek olan Kürt kimlik haklarına ilişkin düzenlemeler ve bir de Abdullah Öcalan ve PKK’nın da katkısıyla sorunun “şiddet boyutu”na son verilmesi.
“Umudun yükseldiği” zemin bunlara ait.
Ararat’ın oralardan, Süphan yüksekliklerinden aşağı doğru bakınca, işin geri kalanı hallolmuşa benziyor.
Van gözlemlerine yarın da devam edeceğim...
Paylaş