Paylaş
Yirminci Yüzyıl'ın ülkemizdeki son "askeri müdahalesi", bir "Postmodern Darbe" olan 28 Şubat'ta kirli bir tertibe maruz kalmıştım. Genelkurmay'da hazırlanan ve düzmece olduğu daha sonra tümüyle ortaya çıkan "Andıç" adlı bir belge, bir televizyon kanalı ve ülkenin en büyük iki gazetesinde yayımlanmıştı. Kendi meslektaşlarım tarafından "sırtımdan bıçaklanmıştım." Yazılarım durdurulmuştu. Meğer asıl sorun "can güvenliğime" ilişkinmiş. Ergun Babahan o günleri şöyle anlatıyordu hafta başında:
"Zafer Mutlu, Cengiz'in vurulabileceğinden çok korkuyordu. Böyle bir bilgi de gelmişti. Ayrıca ‘Onları gazeteden atın' diyorlardı. Gazetenin Birand'la ilişkisi iyi değildi. O gönderildi. Cengiz'e üç gün yazı yazdırılmadı. Dinç Bey, ‘Bu ayıp ya' dedi ve Cengiz yazmaya başladı."
Gerçi "üç gün"den daha uzun süreydi ama "Yirminci Yüzyıl'da kalmış" bir olay için o kadarcık "unutkanlık" olabilir, kabul edilebilir.
Bundan 10-12 yıl önce "kimin avukatıydım" da, öyle bir "iftira"nın hedefi yapılmıştım? O sıradaki yakın çevremin benim "vurulabileceğim" bilgisiyle "iftira"ya aracılık etmeyi seçerek beni "korumayı" düşündükleri o durumda "iddia makamı" kimdi?
Darbeciler idi. Güçlüydüler. "İslâmcılar" ve "Kürtler" ve nice mazlumlar hedeflerindeydi. Ben, ne İslâmcı idim, ne de Kürt. Ama, onların "avukatı" idim.
"Müvekillerim" arasında o yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olup, Siirt'te şiir okudu diye hapishaneye gönderilen biri de vardı.
Geçen hafta ortasında Savcılık'ta ifade vermeye çağrıldım. Hrant Dink cinayeti davasını izleyip, ertesi gün yayımlanan "Hrant'la ve adaletle alay edildi" başlıklı yazımdan ötürü.
Mahkeme salonunda basında da yer alan olumsuzluklar, en ziyadesiyle Hrant'ın acılı eşi Rakel'e ve ailesine reva görülen muamele ve aşağılama yüreğimi dağlamıştı. 50'den fazla müdahil avukat vardı gerçi ama ben, "vicdanımın avukatı" olarak o yazıyı yazmaya kendimi yükümlü hissetmiştim. Eğer o yazıdan ötürü hakkımda mahkeme açılır ve hüküm verilirse, 1 yıl ilâ 3 yıl arasında hapis cezası öngörülüyormuş.
Savcılık'tan dönerken, özgür Çekoslovakya'nın ilk cumhurbaşkanlığını yapmış olan büyük yazar ve aydın Vaclav Havel ile 1991'de Prag'da yaptığım konuşma aklıma geldi. Tarihi Hradcany Şatosu'ndaydık. Turgut Özal'ın yanında, içinde ölümsüz makalesi "Güçsüzün İktidarı"nın da yer aldığı "Living in Truth" (Doğruluk'ta Yaşamak) adlı kitabını imzalarken, bir sorum üzerine "Biliyor musunuz" demişti "Hapishane günlerim hiç de fena geçmedi aslında… Orada hiç değilse kitap yazabiliyordum."
Havel ile o diyalogum aklıma gelince, ironik bir şekilde, beni bu yaştan sonra hapse atarlarsa, belki de nihayet vakit bulur ve kitap yazabilirim, diye düşünürken yakaladım kendimi.
Ne tuhaftır ki, 60 yaşın üzerinde seyrederken, baskıyı hâlâ ırgalamıyor olmam, tuhaf gelmedi bana.
Ama itiraf etmeliyim ki, iki gün sonra, kendi "aşireti"nden olmadığım halde avukatlığını yapmış olduğum Başbakan'ın bana "kimin avukatısın?" diye kükremesi bayağı bir tuhaf geldi.
Tuhaflık, "mağdur"un iktidar sahibi olduğu vakit, mağdurluk günlerini unutarak iktidar söylemine hızla ve kolayca geçmeye yatkınlığında.
"İktidar bozar" kuralını bildiğime göre, belki bunun da tuhaf gelmemesi gerekiyordu.
Aslında bütün bunlar o kadar da karmaşık meseleler değiller. Yirminci Yüzyıl'a ait bir zihniyetin tortuları.
Dönemimizin en önemli tarihçilerinden Tony Judt'un "Reappraisals-Reflections on the Forgotten Twentieth Century" (Yeniden Değerlendirmeler-Unutulmuş Yirminci Yüzyıl) adlı, 1994-2006 arası yazılarını toparladığı bir kitabı var. O kitabın "Yitirdiğimiz Dünya" başlıklı önsözünde "Yirminci Yüzyıl ahlakî bir anı sarayı olmaya gidiyor" şeklinde çarpıcı bir cümlesi dikkat çekiyor. "Ahlakî anı sarayı"nın içindeki "Tarihi Dehşetler Odası"ndan söz ediyor; Auschwitz'den 1915'teki
Ermenilere, Gulag'dan Bosna'ya…
Bosna'nın Müslüman halkına yönelik kanlı katliam günlerinin yakın tanığıyım. 1995 yılında 5 kez oradaydım. O "oda"nın bir bölümünü biliyorum. 1990'lı yıllarda Türkiye'de "Bosna'nın avukatı" idim. Gençlik yıllarından bugüne dek Filistin halkının olduğu gibi.
İşte adı geçen kitapta ‘entelektüel'in ne olduğu anlatılıyor ve entelektüelin tanımı gereği bir ideale, bir dogmaya, bir projeye bağlı; bilgi, edebiyat ve sanat dünyasında kendilerini tartışmaya ve kamuoyunu etkilemeye yönelten insanlar olduğu belirtiliyor.
"İlk entelektüeller" Yirminci Yüzyıl'ın başında "vatana ihanet"le suçlanan Dreyfus davasında ortaya çıktılar ve onun şahsında "gerçek", "adalet" ve "haklar" gibi soyut kavramların "avukatı" oldular. Karşılarında yine eli kalem tutanlar vardı; onların daha az evrensel nitelikteki kavramları ise "şeref", "millet", "vatan" ve "Fransa" oldu.
Dolayısıyla, bugünlerin tartışmaları çok da bize özgü değil. Geçen yüzyılda, üstelik yüzyılın başında kalmış konu başlıkları. "Vatan, millet, bayrak" gibi söylemler pek de "Şark" kültürüne ait değiller. Hepsi de düpedüz "Batı'dan ithalat".
Tony Judt anlatıyor:
"Kamusal alanda siyasi tartışma böylesine genellemelerle çerçevelendi ve ister ahlakî ya da siyasi olsun, entelektüeller, kamusal söylemi biçimlediler ve birçok ülkede ona hükmettiler. Muhalefet ve eleştirinin bastırıldığı devletlerde, birey aydınlar kamusal çıkar ve halkın, otorite ve devlete karşı sözcülüğü rolünü de facto üstlendiler.
Yani bizlerin "kimin avukatı" olduğu belli. Besbelli. "Gerçeğin, adaletin" ve "Hak"kın avukatıyız.
Böyle olmayı ta gençlik yıllarımızda seçmiş, bu yaşa kadar da sürdürmüşüz. "Sen kimin avukatısın?" cümlesinin ardından neyin, hangi suçlamanın ve kara çalmanın geleceğini bile bile de sürdüreceğiz.
Kısacası "avukatlığa" devam. "Kimin avukatısın?" sorusunu soranın tekrar "müvekkilimiz" olabileceğini de bilerek…
Paylaş