Paylaş
Bugüne dek hiçbir Türk lideri, ülkenin “tarihi” ve “en sancılı” sorununa ilişkin öylesine özlü bir konuşma yapmadı. Cumhuriyet’in kurucuları dahil.
Tayyip Erdoğan, 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da “Kürt sorunu” sözcüklerini ilk telaffuz eden Başbakan olmuş ve giderek “devletin yaptığı yanlışlara” parmak basarak, “özeleştiri” niteliğinde de ilk konuşmanın altına imzasını atmıştı. O konuşması “Kürt açılımı” için referans işlevi görmekteydi.
Ama, aşağı yukarı aynı tarihte, dört yıl sonra yaptığı konuşma, kendisini de, kendisinden önceki tüm başbakan ve cumhurbaşkanlarını aştı gitti. Son konuşmanın “büyüsü” ve önemi, aklın ve gönlün mükemmel bir bileşimi olmasıydı. Fuzuli’den Ahmed-i Hani’ye Türk-Kürt tarihimizin ve bu toprakların düşünce adamlarını ortaklaşa sahiplenerek, şarkı isimlerinin adını vererek, dengbejlerden söz ederek Neşet Ertaş-Şivan Perver denklemini kurması yaklaşımındaki kucaklayıcılığı, bütüncüllüğü ve derinliği yansıtıyordu.
Tayyip Erdoğan’ın özellikle bir “gönül adamı” olduğunu, doğrusuyla yanlışıyla “sahici” bir insan olduğunu kendisini bir nebze tanımış olanlar ya da kendisine ilişkin iflah olmaz önyargıları bulunmayanlar bilir.
Kürt sorununa yaklaşım, konunun ağırlıklı “psikolojik boyutu” nedeniyle özellikle bir dil ve uslup konusudur ve tam da bu bakımdan Tayyip Erdoğan’ın 11 Ağustos 2009 konuşması Türkiye’nin insanları arasında gönülden gönüle iletişimi doğru, gerçekçi, sahici biçimde kuran bir konuşma olduğu için “Kürt açılımı”nın menzile varması bakımından olağanüstü bir değer taşıyor.
Bir önceki yazıda konuşmayla ilgili alıntılar yaparken, fark etmemişim, konuşmasının en güzel ve en anlamlı bölümlerinin başında, konuşmasının sonu geliyormuş. Siyasi gerçekçiliğin bu kadar güzel bir şiirsel ifadesini alıntılamalıyım:
“Sürecin siyasi riski, siyasi getirisi ne olursa olsun, bizim bu meseleyi Türkiye’nin çıkarına geleceğimiz adına çözmekten başka bir gayemiz yoktur. Biz artık Botan Çayı’nda serinlemek, Zap Suyu gibi coşmak, Dicle, Fırat gibi kardeşliğe akmak istiyoruz. İstiyoruz ki, Munzur dağlarında hep birlikte kardelenler toplamayalım. Cudi Dağı’nda yediverenler, Ağrı Dağı’nda çiğdemler dermek istiyoruz. Ülkemin yedi coğrafyasından derilmiş çiçekleri ülkemin annelerine vermek istiyoruz. Bedeli ne olursa olsun, bunu hep birlikte başaracağız. Burada olanlarla, olmayanlarla başaracağız.”
Ülkenin her yöresine, “yedi coğrafyası”ne tutkulu bir sevgi olmadan yurtseverlik olabilir mi? Ülkenin tüm insanlarını, kökenlerine, dinlerine, inançlarına bakmaksızın, onları kimlikleriyle kabul ederek ayrım konusu yapmadan sevmezseniz, “milli birlik ve bütünlük”ten söz etmeye hakkınız olur mu?
Tayyip Erdoğan’ın 11 Ağustos 2009 konuşması, evet bir “Kardeşlik Manifestosu”dur ve en az, en az onun kadar önemli bir “Yurtseverlik ve Milli Birlik-Bütünlük Bildirgesi”dir.
*** *** ***
Yıl 1994. Aralık ayı. Bir Cuma günü. Kastamonu’nun Tosya ilçesindeyiz. Yeni Demokrasi Hareketi’nin siyasi parti olarak kuruluşuna bir hafta var. Cem Boyner ile Cuma namazının ardından kalabalık bir salonda kürsüdeyiz. Cem, baba memleketinde, ulusal kanallarının kameralarının önünde Kürt sorunu konusunda yine yürekli bir konuşma yapmıştı. Kürsüden salonu süzüyorum. Sağ yanımız, giysileri ve sakallarıyla muhafazakar-dindar Tosyalılar, sol yanımız sarkık, ince bıyıklarıyla milliyetçi-Tosyalılar ile doldurulmuş vaziyette. “Hemşehri”lerine saygısızlık etmemek için aleni bir protestoda bulunmuyorlar ama işittiklerinden ötürü buz gibiler.
Oysa, Cem Boyner’in sözlerinde tek bir yanlışlık yoktu.
Cem’in sözlerini yorumlamak için ben söz alıyorum. “Tosya’nın en çok şehit veren vatan köşelerinin başında geldiğini bildiğimizi, Tosya’nın ülkemizin birlik ve bütünlüğü konusunda çok hassas olduğunun farkında olduğumuzu ve buna saygı duyduğumuzu” bildirerek söze giriyorum.
Ardından, kısa bir süre önce Tosya’nın tarihi camiinde Cuma namazında birlikte olduğumuzu hatırlatıyorum ve diyorum ki, “Burada sizlerin, bizlerin alınlarının secdeye vardığı aynı anda, Mardin’in Kızıltepe’sinde, Diyarbakır’ın Bismil’inde, Hakkari’nin Şemdinli’sinde de alınlar secdedeydi. Burada evlatlarınızın cenazelerini kaldırdınız. Orada da onlar evlatlarının cenazesini kaldırdılar. Bu işte bir yanlışlık olmalı. Bu işi halletmek için bugüne dek izlenen yoldan farklı bir yol izlenebilir mi, onu düşünmeliyiz. Cizre’de, Lice’de, Diyadin’de, Besni’deki insanlar ile Tosya’daki insanlar, alınları secdeye aynı anda varan insanlar, aynı acıları birbirine karşıt konumda çekiyorlarsa, bu işte bir yanlışlık olmalı. Bu yanlışlığı bulup düzeltmeliyiz...”
Samimi görüşüm ve duygularım buydu. Bugün de değişmediler.
Salonun iki yanındaki insanların bu sözleri duydukları vakit, gözlerinden yaşlar süzüldüğünü gördüm. Bu toprakların kardeşlik mayası o göz yaşlarındaydı.
Aradan 15 yıl geçtikten sonra, bu ülkenin Başbakanı’nın “Oğlu her ne sebeple hayatını kaybetmiş olursa olsun, Yozgat’taki anne ile Hakkari’deki anne, oğullarının başında aynı duayı ediyorsa, evladı için Yasin ve Fatiha okuyorsa, cemaat aynı Kıble’ye dönüyorsa, burada çok ciddi bir yanlış var” dediğini duyduğumda, haliyle tarifsiz bir sevince kapıldım ve mutluluk duydum.
Bu ülkenin “vicdan sahibi” her insanının da, Başbakan’ın konuşmasını dinlediği vakit, öyle hissettiğine adım gibi eminim.
Tayyip Erdoğan o konuşmasıyla, sadece kendisini tarihi ve şerefli bir yükümlülük altına sokmakla kalmamış, “sorunun çözümü enerjisi”ni de serbest bırakmıştır.
*** *** ***
11 Ağustos 2009 ile birlikte ulaşılan nokta, “bozgunculuk”un, “gerçek ayrımcılık ve bölücülük”ün hangi yönden ve kim tarafından gelirse gelsin, çok etkili olamayacağını ortaya koyması bakımından dikkate değer. Yani, “çözüm süreci”nin önüne dikilecekler, mayın döşeyecekler olacaktır. Çatlak sesler çıkacaktır. Ancak, bunlar “süreç”in “menzil”e doğru hareketini engelleyemeyecektir.
Tayyip Erdoğan’ın 11 Ağustos 2009 konuşması, eski Roma’daki “Rubicon’un geçilmesi” adımıdır.
Bundan sonra, MHP ve CHP sürece yapıcı katkı yapmak isterlerse ne ala. Ancak, içine adım attığımız “tarihi moment” onların onayını zorunlu kılmıyor. Yol almayı, bu iki “bozguncu muhalefet liderleri”ne endekslemek, konuyu çözümsüzlüğe saplamak ve onmilyonlarca insanı hayal kırıklığına uğratmak demektir.
Açmazda olan hükümet değil. İnisyatif, hükümette. Açmazda olan ülke insanlarının gönül tellerini umutla titreten bir konuya ilişkin olarak “bozgunculuk”u benimsemiş olanlarda. Ya katılırlar, ya marjinalize olurlar. (Şu anda öyle oluyorlar.)
Böyle bir sonuç, her “iki taraf”ın milliyetçileri ve ayrılıkçıları için geçerli...
Paylaş