Paylaş
Önceki gün Tebriz sokaklarında yankılanan ses idi bu. Önce Azerbaycan Müzesi’nin önünde, birkaç dakika sonra Meşrutiyet Müzesi’nin. Yüzlerce insan, şehirlerine ilk kez ayak basan Türkiye Cumhurbaşkanı’na bu sloganla coşkun bir tezahürat yapıyordu.
Aslında, Abdullah Gül, Tebriz’de bu iki müzeden önce, dünyadaki en büyük çarşılardan sayılan “Bazar”ı ziyaret edecek ve halkla orada kaynaşacaktı. 23 arabalı uzun konvoy, Tebriz Bazarı’nın önüne geldiğinde orada binlerce kişi, Gül’e “Yaşasın Türkiye” diye bağırmak üzere yığılmıştı ama İranlı yetkililer, konvoyun Bazar’da durmayıp yoluna devam etmesini uygun gördüler, Abdullah Gül ve beraberindeki Türk heyeti arabalardan inmeden yoluna devam etti.
Ama Azerbaycan Müzesi çıkışındaki birkaç yüz kişilik topluluk, müze çıkışında Abdullah Gül’ü görür görmez tezahürata başladılar. “Yaşasın Türkiye...” İranlı güvenlikçiler, kalabalığı yaklaştırmamaya çaba gösterirlerken, Cumhurbaşkanı Gül el sallayarak onlara yaklaştı.
Müze kapısındaki merdivenlerin başında durmuş, “Yaşasın Türkiye” sloganlı sevgi gösterisini izliyordum. Dilimi Türkçe’nin Azerbaycan lehçesine döndürerek, yanıbaşımda aynı gösteriyi izleyen kadına sordum: “Bunlar buradaki Türkiyeliler midir, Azerbaycan uşakları mı?”
Yüzünü bana çevirmeden cevapladı: “Tebriz uşaklarıdır. Burada Türkiye’yi çok sevirler...”
Daha da büyük topluluk, bir sonraki durakta, Meşrutiyet Müzesi’nin önünde toplanmıştı. Araçlardan inip yürürken, kaldırımdan ters yöne giden genç bir Tebriz’li bize dönerek haykırdı, “Türkiye ile Azerbaycan birleşsin!” Yürümeye devam ettik, “Yaşasın Türkiye” seslerine doğru.
Tebriz’de “Yaşasın Türkiye”nin anlamı
Bu, Azerbaycan’ın (İran’ın Doğu Azerbaycan eyaleti) merkezinde, Tebriz’de 270 kilometre ötedeki Türkiye’ye dönük bir “milliyetçi gösteri” miydi?
Bence değildi. Yanımdakilere “Yaşasın Türkiye diye bağırmak, evet, hepimizi duygulandıran Türkiye’ye dönük bir sevgiyi ifade ediyor ama aslında başka bir şeyi ifade ediyor. ‘Yaşasın Türkiye’ diye bağırmak, aslında bağırmadıkları başka bir şeyi bağırmak: Tahran’daki yönetime hayır!”
İran’a, Tahran’a hayır değil ama. Mevcut yönetime hayır.
Bir saat sonra, Tebriz’de Cumhurbaşkanı Gül şerefine verilen resepsiyonda, 30 yıldır Tebriz’de yaşamakta olan ve beni Tebriz’de sürekli izlenen Türk televizyonlarından tanıdığını söyleyerek sohbete koyulan bir vatandaşımız kestirmeden konuya girdi: “Burada insanların ne düşündüğü serbestçe ifade edilse, kesin söylüyorum, yüzde 90 bu yönetime karşı. Tahran’da gösteriler olunca, rejim özellikle buradan korkuyor. Hamaney dün gece buraya geldi, Azerbaycan’ı, Tebriz’i kontrol etmek için...”
Doğru muydu bu bilgi? Bilmiyorum. Hem, kapalı rejimlerde ölçüyü nasıl tutturabilirsiniz ki?
Isfahan izlenimleri
Oranını bilemem ama İran’da “Fars kimliğinin ruhu”nun merkezi sayılan Isfahan’da da muhalefetin hayli yaygın olduğu öne sürülüyor. Tebriz’e yola çıkmak üzere, Isfahan’da 16. Yüzyıl’da Safevi döneminden kalan Çahar Bağ (Dört Bahçe) Caddesi’nin köşesinde bir İranlı ile sohbet ederken, sözü iki gün Tahran’daki gösterilere getirip, Isfahan’da da gösteri yapılıp yapılmadığını soruyorum. Bizim otelin bulunduğu Abbasi Caddesi ile Çahar Bağ’ı işaret edip, “Tam burada oldu” diyor ve ekliyor, “Unutmayın ki, Isfahan, Ayetullah Montazeri’nin büyük etkisi altındadır. Muhalefet duygusu burada son derece yaygındır.”
Ayetullah el-Uzma (Büyük Ayetullah) Montazeri, İslam Devrimi’nden sonra İmam Humeyni’nin halefi olarak ilan edilmiş, fotoğrafları Humeyni ile birlikte her yere asılmıştı. Devrim’in 10. Yılında, 1989’da hemen her temel konuda Humeyni ile ters düşmüş, dolayısıyla gözden düşmüş ve tüm sıfatlarından arındırılmıştı. Uzun yıllar Kum’da ev hapsinde tutulmuş ve 2009’da rejime muhalif kitlelerin sevgilisi haline gelmişti. 2009 Aralık ayında, 87 yaşındaki ölümü İran’ın her yerinde milyonlarca kişiyi sokağa dökmüştü. Montazeri, Isfahan’ın Necefabad ilçesindendi.
Montazeri için yapılan büyük gösterilerden sonra, Abdullah Gül ile birlikte Tahran’a ayak bastığımız 14 Şubat 2011’e dek, İran’da muhalefet ve göstericiler öylesine ezilmişti ki, bir daha gösteri olmamıştı.
Cumhurbaşkanı Gül ile Tahran’a uçarken, Mısır üzerine sohbet ediyorduk ve “Mısır derslerinden herkesin nasibini alacağını” söyledikten sonra “Şu anda gitmekte olduğumuz ülke dahil” diye İran’ı özellikle işaret etmişti. Bu sözlerinin yayımlanmasının, bizler İran’da iken yayımlanmasının sıkıntı yaratması ihtimali üzerine, İran’dan ayrılana dek yazılmamasına karar aldık.
Gül, Tahran’da 14 ay aradan sonra ilk kez göstericilerin sokağa döküldüğü sırada, Ahmedinejad’ın önünde İran’ı ima ettiği besbelli şekilde “İslam ülkelerinin kendi içlerini yeniden düzenlemesi” ve “liderlerin halkın reform isteğine uymaması halinde, halkın bunu kendi elleriyle gerçekleştireceğini” söyleyivermişti.
Şu “Mısır rüzgarı”nın olanca kuvvetiyle estiği günlerde, Türkiye ile İran’ın farkı, bölgesel konumları ve uluslararası rolleri apaçık biçimde ortadaydı. Buna rağmen, İran yönetimi kimseye göstermeyeceği açıklığı Gül’e gösterdi ve pek gönüllü olmasa da Tebriz kapılarını Türkiye Cumhurbaşkanı ve koca, kalabalık Türkiye heyetine açtı. Tebriz’e gidebilmek için “Isfahan anahtarı”nı kullanmak gerekiyordu.
Isfahan, İran ile Türkiye’nin apayrı olduğunu simgeleyen bir kent. “Nusf-u Cihan” yani “Cihanın Yarısı” denilecek kadar iddialı. Ahmedinejad, Tahran’da diğer yarıyı “İstanbul” olarak niteledi ve Tebriz’liler “nusf-u cihan”a hemen “Tebriz olmasa”yı ekliyorlar ama Isfahan, gerçekten büyüleyici bir kent.
“Nusf-u Cihan”ın ortasında Şah Abbas döneminde, 16. Yüzyıl sonunda yapılmış, dünyanın en güzel ve büyüklük bakımından Beijing’deki Tienanmen’den sonra gelen alan, “Nakş-ı Cihan” bulunuyor. Gerçekten de “nakış” gibi. Bir ucunda Büyük Cami, diğer ucunda Kayseri Çarşısı; bir yanında eşsiz bir mücevher gibi Şeyh Lütfullah Camii, karşısında Şah Abbas’ın sarayı, Ali Kapu (yani Yüksek Kapı, nam-ı diğer Bab-ı Ali!).
Isfahan’da her şey, Isfahan’ın kendisi büyük Safevi Şahı Abbas I tarafından Osmanlı ile rekabet etmek için ve “Şiilik” esas alınarak tasarlanmış. Cumhurbaşkanı Gül, Tebriz’deki “Yaşasın Türkiye”den etkilendiği kadar, Isfahan’ın büyüsünden de etkilendi. Birçok tarihi mekanı birlikte, yanyana gezdiğimiz için biliyorum.
Ortak Tarih-Ortak Gelecek
Abdullah Gül, Isfahan’ın üzerindeki etkisini konuşmalarında “2000 yıllık ortak tarihimiz” vurgusuna da yansıttı. Ben de –Isfahan’ı gören herkes gibi- bu estetik harikasından çok etkilendim ama bence Isfahan, Sünni Osmanlı’ya karşı, Şiiliği İran’ın resmi dini yapan Safevi’liğin yeniden doğuşunu ve Osmanlı’dan daha güçlü, daha görkemli olma iddiasını yansıtıyor.
İki ülke arasındaki “ortak tarih”, devlet adını taşımaya layık iki büyük coğrafya arasındaki “rekabet”in tarihi bir anlamda. Bu olgu, tüm inceliği ve görünmezliği altında aslında bugün de cereyan ediyor.
Türkiye’de “İran modeli” korkusu olan ve sayıları ile etkisi giderek azalan bir kesim mevcut ama “Yaşasın İran” diye Ahmedinejad için gösteri yapacak kimse yok.
İran’a gelince, “Türkiye modeli”, İran’ın yanıbaşında bir Müslüman toplumda çoğulculuğu, birçok alanda özgürlüklerin serbestçe kullanılmasını, ekonomik büyümeyi ve bütün bunların demokratik bir yapı içinde yapılabilmesinin mümkün olduğunu, kendi başına ifade etmesinden öteye başlıbaşına bir tehdit.
İran’da “Yaşasın Türkiye” diye önceki gün olduğu gibi Tebriz’de bağıran ve bağırmaya her yerde hazır çok insan var.
Türkiye ile İran’ın –muhtemelen- “ortak geleceği” söz konusu.
Heyecan verici dört günlük İran ziyaretinin bence en çarpıcı sonucu bu oldu!
Paylaş