Paylaş
Yeri gelince ve doğru bir noktada durarak, hükümete eleştiri yöneltmekten geri kalmayalım ama doğruya doğru, eğriye eğri. Ülkenin geleceği için iyimserliğimizi mümkün kılacak gelişmeler söz konusuysa, bunun altını da çizelim.
İki bakan, Devlet Bakanı Cemil Çiçek ile Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile BDP’nin iki eş genel başkanı ile TBMM’de yapılan ve 1 saat 40 dakika süren görüşme, bu çok önemli ve geleceğe yönelik iyimserlik sahibi olan gelişmelerin başında geliyor.
Bir kere görüşmenin kendisi, yapılabilmiş olması –çok gecikmiş ve beyhude zaman yitirilmiş olmasına rağmen, değerli. İçeriği bir yana, bu görüşmenin yapılabilmiş olması –ki, aylardır, yıllardır dilimizde tüy bitti “yapılmalıdır” diye- bizzat bölgeye kendiliğinden göndereceği “sinyaller” bakımından iç barış için yararlı.
Kaldı ki, “içerikli” bir görüşme olduğu anlaşılıyor. Hükümeti yerden yere vurmak ve sivri bir dil kullanmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın görüşme ertesinde kullandığı olumlu ve sorumlu dilden bunu anlıyoruz.
Aynı şekilde, ülkeyi germek bakımından dilini kötü kullanan devlet yetkililerinin başında gelen Cemil Çiçek’in kendisinden alışılmamış uslubu da dikkat çekti.
Özellikle, tarafların “yeni anayasa” üzerinde konuşmaları ve bu görüşmelerin devam edeceğini bildirmeleri çok iyi.
Kürt sorununun “hukuki çözüm çerçevesi” yeni anayasada, Kürtler için de kabulünü sağlayacak, meşru dayanağını bulacak.
Bu “eksersiz”, silahlı çatışmayı anlamsız kılacak en önemli şey.
Buna paralel biçimde, “devlet”in İmralı ile, bu kez “özlü ve içerikli” olduğu anlaşılan bir görüşme sürecinde bulunduğuna ilişkin gelen “sinyalleri” de not edip, bunları hükümet-BDP görüşmesiyle birleştirdiğimizde, ortaya umut verici ve yüreklendirici bir tablo çıkıyor.
Hükümetin yüzde 58 ile referandumdan edindiği özgüven ve aynı şekilde BDP’nin “boykot”u kendince başarılı biçimde gerçekleştirmesiyle elde ettiği özgüven, tarafların masaya, karşılıklı saygıyla oturmasında birinci faktör gibi gözüküyor.
Referandumda “Hayır” çıksa idi, ülkenin geleceğinin ne denli kararacağını şimdi görüyor musunuz?
*** *** ***
İçerde bu gelişmeler cereyan ederken, dışarıdaki “diplomatik başarı”yı da göz ardı etmemek gerek. BM İnsan Hakları Konseyi, İsrail’i Mavi Marmara olayında “vahşice davranmak ve orantısız güç kullanmak” ile niteledi, ve böylelikle “uluslararası hukuku ve insan hakları hukukunu ihlal ettiği sonucuna vardı.
100 kişiyle görüşülerek hazırlanan BM belgesi 56 sayfa tutuyor ve BM tarafından atanmış, eski bir BM savaş suçları savcısı Desmond de Silva, Trinidadlı yargıç Karl Hudson-Phillips ve Malezyalı insan hakları eylemcisi Mary Shanti Dairiam’ın imzalarını taşıyor.
56 sayfalık raporun üzerindeki “BM damgası” ve hazırlayanların kişilikleri ve uzmanlıkları raporun etkisini arttırıyor.
İsrail, beklendiği gibi, raporu “ön yargılı olmakla ve aşırılık”la suçladı ama raporun altında kaldığı besbelli.
31 Mayıs’taki saldırıda Türkiye’nin haklı pozisyonunu defalarca vurguladık. Sırf hükümete karşı olmak dürtüsüyle, ülkemizin en haklı olduğu noktalardan birinde, İsrail’e karşı alınan tavıra gizli-açık eleştiri kampanyasına yönelenleri, BM İnsan Hakları Konseyi açığa düşürmüş oldu.
Bu arada Türkiye’nin “yükselen uluslararası profili”ni New York Times’da yakalamış durumda. “Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, çok kez yeni bir imajı ortaya koymak isteyen iddialı ülkeler için bir sahne işlevi görür ve bu fırsatı bu yıl Türkiye’den daha canlı biçimde yakalayan kimse olmadı” cümlesiyle başlattığı yazısına şöyle devam ediyor:
“Bir dizi konuşma ve toplantı ile –gerçekleşmeyen bir toplantı söz konusu- Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ülkesinin İran ile yakın ilişkilerini savundu, Türkiye’nin Müslüman dünyada önder olma niyetini ilan etti ve İsrail ile Gaze’ye giden yardım konvoyuna ölümcül baskını üzerine ilişkilerini tamir etme girişimini bir kenara itti... İsrail yetkilileri bu hafta Gül ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında bir toplantı düzenlemek için Türkiye’ye başvurdu. Ama, İsraillilerin iddiasına göre Türkiye Peres’ten özür dilemesini istediği, Türklerin iddiasına göre ise Gül’ün böyle bir görüşmeye zamanı olmadığı için bu girişim çöktü. Sonuçta, İsraillilerin yavaş yavaş kapanmasını umut ettikleri yara alev aldı.
Türkiye’nin liderleri, İsrail’le çatışmayı başlatanın kendileri olmadığını söyleyerek, hiçbir şekilde özürde bulunmadılar. Ne de, Türkiye’nin bir Müslüman demokrasi olduğunu, büyüyen bir ekonomiye sahip olduğunu ve Avrupa ile Asya’nın buluştuğu yerde kendisini İran’ın nükleer programı gibi sorunları çözmekte merkezi bir oyuncu yaptığını ilan ederek, Türkiye’nin iddialarını dile getirmekte utangaç davrandılar...”
Haklı olduğunuz yerde ve sağlam durduğunuz takdirde, dünya sizi olduğunuz ve görülmesini istediğiniz gibi görür.
12 Eylül referandumundan yüzde 58’lik sağlam bir halk desteğini arkanıza almamış olsaydınız, haklı olsanız bile bu kadar sağlam duramazdınız.
*** *** ***
Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel profilini sağlama almak ise içerdeki en önemli sorununu çözmekten geçiyor.
Dünyanın en çetrefil sorunlarını çözücü rol oynayacak kadar iddia taşıyan bir ülke, kendi iç sorununun üstesinden gelemezse, ne kadar inandırıcı olabilir, kim onu ciddiye alabilir?
İşte tam da bu yüzden, Türkiye’nin Kürt sorununu çözme yönünde girişimlere başlamak için kıvama gelinmiştir.
O alanda atılacak her adım, dışarıda da Türkiye’ye ağırlık sağlayacak ve İsrail gibi bir uluslararası aktöre karşı bile eğilmeden, sımsıkı durmasına imkan verecektir.
Kürt sorunu, PKK’nın temsil ettiği şiddet boyutu ile birlikte, hemen çözülebilecek kadar basit bir sorun elbette değil. Ancak, iki gündür doğru bir güzergahta adım atıldığına da kuşku yok.
12 Eylül referandumundaki “kuvvetli Evet”in bereketi bunlar...
Paylaş