“Baba Amr’ın düşmesi, gerçekleştiği vakit, Suriye ve dışında rejim karşıtlarının moraline ağır bir darbe olacaktır.
Homs’un Bab Amr kesimi, Suriye halkının diktatöre meydan okumasının simgesi haline gelmiştir ve eğer Başkan Başşar el-Esad şehir ayaklanmasının bu merkezinin ezilmesini becerebilirse, iktidarını tehdit eden kitle gösterilerine karşı koymakta cesaretlenecektir.” Bu satırlar, dünkü The Guardian gazetesinde Fares Chamseddine imzasıyla ve “Suriye ayaklanması bastırılıyor ama Esad kaderinden kaçamayacak” başlığı altında yayımlandı. Aslına bakılırsa, birinci yılına girmekte olan “Suriye Devrimi”nin ilk günlerinden bu yana, Başşar Esad, ayağa kalkan birçok kenti, zor kullanarak sindirmeyi başarmış görünüyor. Homs yakınlarındaki Rastan, bir dönem başkaldırının en güçlü ve devamlı olduğu yerdi. Ardından Lazkiye ve Deir ez-Zor. İlk günlerde de Deraa. Tümü, görüntüde rejimin kontrolü altına girmiş gibi. Ramazan ayında Hama ayağa kalkmıştı. 1982’de görülmemiş bir katliamı yaşamış olan Hama’da onbinlerce kişi sokaklara dökülmeye aradan geçen otuz yıla yakın süreden sonra cesaret edebilmişti. Hama’da kanlı kontrol sağlandı. Homs düşerse rejim yaşar mı? Bu bakımdan, Homs ve Homs’ta Bab Amr, uzunca bir süredir “Suriye halkının başkaldırışı” ve “direnişi” temsil ediyor. En uzun o sürdü. Ve, haftalardır ağır topçu ve roket saldırı ve kuşatma altındaki Bab Amr’a, büyük bir kara saldırısı başlamak üzere. Binlerce askerin, Başşar’ın gaddar küçük kardeşi Mahir Esad’ın kumandasında Bab Amr önünde yığılmaya başladığı haberleri birkaç gündür geliyor. Bu satırlar yazıldığı sırada, elektriksiz, susuz, gıdasız, ilaçsız Bab Amr’a büyük bir kara saldırısı eli kulağındaydı. Suriye Ordusu ile ordudan kaçan askerlerin oluşturduğu “Hür Suriye Ordusu”nun derme çatma güçleri, kendisi “Amr Kapısı” anlamına gelen Bab Amr kapıları önünde çatışıyorlardı. Bab Amr, Homs’un Lübnan sınırı yönünde, batı tarafındaki büyük çoğunlukla Sünni mahallesi. Bab Amr’dan Lübnan sınırına kadar bahçeler ve bostanlar var. Halkın bir bölümü, oradan Lübnan yönüne kaçmakta. Yani, Bab Amr, eğer rejimin ordusu girmeyi başarırsa, büyük ölçüde insansızlaşmış olacak. Bab Amr düşer mi? Sahadaki güçlerin silah bakımından orantısızlığına bakılırsa düşer. İkinci Dünya Savaşı’nda Stalingrad, Naziler önünde düşmemişti ama, “Suriye’nin Stalingrad’ı” adı verilen, ülkenin üçüncü büyük şehri Homs, rejimin kontrolü altına geçecek şekilde düşebilir. Ama, Homs’un –Bab Amr üzerinden- düşmesi, Başşar Esad’ın diktatörlük rejiminin ömrünü, kanla bir süre daha uzatır; rejimin düşmesini önleyemez. O eşik artık aşıldı, geçildi. 1982’de Hama Katliamı, Suriye’de Esad hanedanının hükmünü ülkede yaprak kımıldamadan sürdürmesine yaklaşık 30 yıl imkan vermişti. Fakat, 2011’de tüm ülkenin ayağa kalkmasını önleyemedi. Aynı şekilde, bir yıl önce Lazkiye’nin, bir süre sonra Deir ez-Zor’un, Rastan’ın, bir süre daha sonra Hama’nın düşmesi, Homs’un ayağa kalkmasını ve bunca zaman akıl almaz biçimde direnmesini nasıl önleyemediyse, Homs, düşse de, Başşar düşecek. Halep ve Şam, mutlaka ayağa kalkacak; düşmüş görünen şehirler tekrar ayağa kalkacak şekilde canlanacaklar. Bunun böyle olacağının en basit ve en önemli nedeni, Suriye’de yaşanmakta olanların “münferit”, Suriye’ye özgü, Suriye’nin “iç çatışması” ya da rejimin ileri sürdüğü gibi “kökü dışarıda silahlı çetelerin işi” olmaması, tam tersine, muazzam bir “tarihi dinamiğe” oturmasından ötürüdür. Tunus’ta fitili yakılan, Mısır’da “son Firavun”u devirmeyi başarabilmiş Arap Devrimi’nin “Arabizmin kalbi” Suriye’ye gelip dayanmasıyla ilgilidir. Tehlikeli gelecek Şu sıralar Suriye ile ilgili mükemmel araştırmalar yayımlanıyor. Bunlardan biri MERİP (Middle East Research and Information Project) tarafından bir hafta önce “Beyond the Fall of the Syrian Regime” (Suriye Rejiminin Yıkılışının Ötesi) başlığı altında yayımlandı. Şu son bölümü özellikle dikkate değer: “Herşey söylendikten sonra, şu saptanmalıdır: Suriye, yerel düzlemde sömürgecilik-sonrası dönemini sona erdirecek bir mücadele içine girmiştir. Bu, basit biçimde bir “rejimi” devirmek değil, bir “sistemi” yerinden sökmek anlamını taşıyor... Mevcut sistem, Suriye’yi içindeki cemaat bölünmeleri ve bölgesel güç oyunlarına rehin bırakarak devam ettirmeye dayanıyor. Gerçekten de, rejimin arta kalan meşruiyeti, sağlam bir devlet inşası ve hesap verebilir bir yönetimi elde etmek pahasına, içindeki cemaatleri ve dış güçleri birbirlerine karşı oynamaktan kaynaklanıyor. Yirminci Yüzyıl ortalarındaki devrimci ortamda, sömürgeciliğin mirasından kurtulma yönündeki önceki çabalar başarısızlığa uğradı ve dar siyasileşmiş elitler ve askeri çevrelerin yönetimiyle yere çakıldı. Bugün farklı olan, dar çıkarlar ve büyük ideolojilerden ziyade zenginlikleri, onurları ve kaderlerinin toptan ellerinden alınmasının ateşlediği geniş bir halk hareketinin uyanışıdır. Rejimin savaştığı, bir anlamda, bu uyanışın kendisidir. Dış müdahale bir gerçek olsa da, Suriye’de söz konusu olan, bir dış konspirasiden ziyade, hareket halindeki toplumdur. Toplum, rejimin kesinlikle gitmeyeceği doğrultuda yol alıyor. Önde uzanan yol tehlikeli bir yoldur ve bu yolun Suriye’yi ve bölgeyi iç savaş belasına sürüklemesi ihtimalleri açıktır. Ama Suriyelilerin çok büyük bölümü için geri dönüş yoktur. Rejime, kendisine güvenli bir çıkış için bir yıllık bir süre tanınmıştır ama o, kendisini tarihi bir yük haline getiren eski söylemine daha da kuvvetle sarılmıştır.” Durum budur. Bab Amr’a girse, Homs’u kanla düşürse, ülkede katliamlarına devam etse, kendisinin yıkılması halinde “bölgesel deprem” şantajına sarılsa da, Suriye’deki rejimin geleceği yoktur. Kaderi, tarih tarafından mühürlenmiştir. Bu arada, tüm bölgeye yayılabilecek, her komşusuna sirayet edebilecek “iç savaş” korkusuyla, bu rejimin ömrünü uzatmaya yarayacak her türlü katkı, tam da o korkulan “iç savaş”ı daha da muhtemel hale getirecek. Durum bu. Türkiye, bu durum ve “tehlikeli ve riskli gelecek” ile, ince ayarlı bir dış politika ile daha önemlisi “barışık iç yapı”yla baş edebilir. Siyasi iktidarın “demokratikleşme hatası” yapmamasının önemi de, tam burada.