Paylaş
Bu satırlar 25 Aralık tarihli Zaman gazetesinde Mümtaz’er Türköne’nin “Mızrak ve Çuval” başlıklı yazısında yer aldı. Mümtaz’er Türköne, bir emekli profesör, Mülkiyeli. TSK ile hayatında sorunla yaşamış bir” solcu” değil. Tersine, “sol” ve “solcular”la sorunlar yaşamış bir eski “Ülkücü.”
Bu satırların onun kaleminden gelmesi bu bakımdan da ilginç.
Yazısının “Tek çare şeffaflık” ara başlığı altındaki şu satırlar da özellikle dikkat çekici idi:
“Karşımızda hiyerarşisi bozulmuş, suçluları kurtarma telaşı içinde hukuku çiğnediği intibaı veren, elindeki silahları halkını tehdit etmek için kullanan düzensiz bir ordu var. Bu ordunun hemen düzenli bir ordu haline gelmesi lâzım. Kurtuluş Savaşı’nı başlatan düzensiz ordu ile Büyük Millet Meclisi emrindeki düzenli orduyu mukayese edenler, muradımı anlayacaktır. Düzenli orduyu var eden ise, hukuktur. Keyfilik değil hukuk.”
Türköne’nin yazısının yayımlandığı günün akşamı Ankara’da Seferberlik Tetkik Kurulu’nda, bir başka deyimle Türkiye’de “derin devlet”ten söz edildiği vakit o “derin devlet”i ta kalbi olan “Özel Kuvvetler Komutanlığı karargâhı”na sivil savcılar ve sivil yargıç girdi ve arama yapmaya başladı. İkinci arama 27 saat sürdü. Bu yazı yazılırken, üçüncü arama başlamıştı.
Türkiye’de bugüne dek hiç olmamış şeyler oluyor. Peki, buna “Hukuk, askeri karargâhtan içeri girdi” diyebilir miyiz acaba?
*** *** ***
Ak Parti iktidarının iflâh olmaz düşmanları, Ergenekon’un alenî avukatlığından sulandırmaya kadar her türlü yolu denemiş olan kimi medya kalemşorlarının farklı yaklaşımları en çarpıcı haliyle bir Milliyet yazarının Pazar günkü şu satırlarında dile getirilmişti:
“Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş olaylar oluyor… Son örnek; özel yetkili savcılığın emriyle Genelkurmay’a bağlı ‘Seferberlik Tetkik Kurulu’nun baskınla aranması. Hayır, önemli olan polisin gizlilik derecesi yüksek bir askeri birime girmesi değil. Önemli olan, Genelkurmay’ın yaptığı açıklamaya hükümetin inanmaması, devletin zirvesinde güvensizliğin tavana vurmuş olması… Çukurambar’da gözlem yapan iki subayı sorgulayan, evlerini arayan savcılık bir şey bulamayınca takipsizlik kararı vermişti… Ancak anlaşılan savcılar iktidardan gelen baskılar üzere tekrar kanıt aramaya koyulmuştur. Çukurambar’da gözlem yapan binbaşı ile albay tutuksuz…”
Çok talihsiz bir yazıydı. “Ergenekonperest” kalemlerin sık sık düştüğü duruma düştü; zira yazının yayımlandığı sırada söz konusu binbaşı ile albay gözaltına alınmıştı. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun aranması, o iki subayın evlerinde yapılan aramada bir şey bulunmadığı için değil, tam tersine bulunduğu için gerçekleşmişti. Yazı kaleme alındıktan yayımlandığı süre için yer alan gelişmeler, değerlendirmelerin tümünün yanlışlığını ve isabetsizliğini ortaya çıkarıverdi.
Genelkurmay’ın yaptığı açıklamaya hükümetin inanmamasını “vahim” gösteren kafa yapısı ibret verici. Bu ülke, 1960’dan bu yana dört askeri müdahale, sayısız darbe girişimi yaşadı. Türkiye’ye her alanda hâlâ gölgesini düşürmekte olan 12 Eylül 1980 askeri darbesi dönemin genelkurmay başkanı başkanlığında dört kuvvet komutanı tarafından “emir ve kumanda” ile tepeden yapılmıştı.
Şimdiki Genelkurmay’ın birçok açıklaması esas alınsa, “hukuk”un “nizamiye”den içeri girmesine gerek kalmazdı.
İnsan, ölçü olarak “hukuk”u almak yerine “askerden emir almayı” alırsa, böyle hazin durumlarda kalıverir.
Sadece fosilleşmiş köşe yazarları değil, statükocu-gerici siyaset esnafı da gelinen noktada zor durumda. Bunların başında Deniz Baykal geliyor. Ergenekon’un azimli avukatı Deniz Baykal’a, Mümtaz’er Türköne sözünü ettiğimiz yazısında şöyle değinmişti:
“Deniz Baykal'ın aklımıza getirdiği bir ihtimali de dikkate almalıyız. Baykal "Sokağın adını bile aklında tutamayan insanlar, nasıl suikast yapar?" diye soruyor. Ya gerçekten böyleyse? Bu suikast işleriyle "sokağın adını bile aklında tutamayan insanlar" uğraşıyorsa?Ortalığa dökülenlere baksanıza. Elindeki silahın kendisine ya amiraline, ya devlet büyüklerine, ya da sabi çocuklara çevirmek için verildiğine kanaat getiren biri, bir sokağın adını bile aklında tutabilir mi? Ehil ellerde olmayan silahlar... O zaman karşı karşıya bulunduğumuz tehlike daha büyük demektir.”
Zaten karşı karşıya bulunduğumuz tehlike çok büyük olduğu için, “tehlikenin kaynağı”na “hukuk”un girmesi, Seferberlik Tetkik Kurulu’nda yapılan arama çok ama çok önemli ve “hukukun üstünlüğü” yönünde çok değerli bir gelişmedir.
Aylardır, ortalığa toprak altında bulunan silahlar, bombalar, krokiler, suikast planları saçılıyor. Başbakan Yardımcısı’na (Bülent Arınç) yönelik bir suikast kuşkusu üzerine başlatılan ve bu arada Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a yönelik suikast planlarının krokilerine ulaşıldığı söylentisi yayılan bir soruşturmanın “Özel Kuvvetler karargâhı”na uzanmış olması heyecan verici.
“Şimdi askeri darbe yapılır işte” diye heyecan duyulduğu için değil.
“İşte artık şimdi askeri darbe yapılamayacak” duygusunun yayılmasından ötürü.
*** *** ***
Mümtaz’er Türköne, “Mızrak ve Çuval”dan bir sonraki, “karargâhtaki arama”nın ardından yazdığı yazıda şunları yazdı:
“Kirazlıdere’deki karargâh, Türkiye’nin kirli tarihinin en karanlık bölgesi. Şamil Tayyar’ın bir kolundan çekip bize gösterdiği ahtapotun bütününü gün yüzüne çıkartabilirsek, belki de fail-i meçhul bazı cinayetlerin bu nizamiyeden çıkan birilerinin eseri olduğunu, polis Ankara’nın altını üstünü getirirken katillerin aynı nizamiyeden girip çayını içip tavla attığını öğreneceğiz. Dışarıda bekleyen gazeteci ordusunun silah üstünlüğünü arkasına alıp bu karanlık karargâhın odalarında dolaşan savcılar bir ilki gerçekleştiriyorlar
Gizlilik, kitapta tanımlandığı gibi ülkemizin hassas güvenlik bilgilerinin düşman ellere geçmesini engellemek için bulunmuş bir çare olmaktan çıktı, devlet içinde suç işleyenlerin arkasına saklandıkları bir zırh haline geldi. Gizlilik zırhı arkasında çeteler kuruldu, gizlilik zırhı arkasında cinayetler işlendi, yolsuzluklar yapıldı. Hukukun devlet içinde egemenliğinden emin olana kadar bu zırhı kaldırmak zorundayız. Çünkü bu gizli bilgilere vakıf olacak hiçbir düşman güç, ‘çok gizli’ ibaresiyle cinayet planları yapanların bu ülkeye verdiği zararı veremez. Bütün gizli bilgiler işporta tezgâhına düşse, çetelerin yol açtığı tahribat kadar millî menfaatlerimize halel getiremez.”
Ve ekliyor:
“Unutmayalım: Devlet içindeki gizli örgütlenmelerin deşifre edilmesi, çetelerin ve suç planlarının açıklanması basit bir haber alma özgürlüğü konusu değil. Cinayetler manşetlere taşınan bu haberlerle önlendi, çeteler bu haberlerle enterne edildi. Öyleyse demokrasinin ve hukukun kahramanları işte bu gazeteciler. Hak ve özgürlüklerimize kefil olan bu gazetecilere, Tayyar ve Baransu’ya çok şey borçluyuz.”
Şamil Tayyar (Star) ve Mehmet Baransu (Taraf), ne gariptir ki, şu günlerde özel baskı altındalar. İlki mahkûm oldu. İşi Yargıtay’da. Sırada 35 dava daha var. Mehmet Baransu, cezaevi kapısının eşiğinden döndü.
“Hukukun, karargâhın kapısından içeri girdiği” ve “can güvenliğimizi korumak” için tozu dumana attığı şu günlerde, iki yıldır “can güvenliğimiz”in güvencesi olan haberleri yapan bu iki meslektaşımızı, Şamil Tayyar ve Mehmet Baransu’yu selâmlıyorum. Onlara teşekkür ediyorum.
Paylaş