Yıl 1995. PKK ile çatışmanın en kanlı dönemlerinden biri. Faili meçhuller ile Güneydoğu’da herhangi bir “kırsal”dan gelen ölüm haberlerinin haddi hesabı yoktu.
Yılın ikinci yarısında güvenlik kuvvetlerinin “saha”da üstünlüğü ele geçirdiği öne sürülüyordu. Sabah gazetesinin genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu, Hasan Cemal ile bana “atlayın bölgeye gidin, izlenimlerinizi yazın” dedi. Salih Memecan bölgeye bizimle birlikte giderek ilk kez ayak basacak ve gözlemlerimizi karikatür olarak çizecek, deneyimli Ramazan Öztürk ise fotoğraflayacaktı. Ve, bu hemen yapılacak ve yayımlanacaktı. Dört kişilik “Sabah’ın dev kadrosu” diye sunulan bizler, “bölge çıkartması” için alel acele yola koyulduk. Dinç Bilgin’in özel uçağı ile Diyarbakır’a konmak için havalandık. Haber Müdürü rahmetli Ahmet Vardar (Ahmet Abi), biz uçağa giderken, “Herşeyi ayarladım. Ünal sizi helikopterle dolaştıracak. Zaman kazanacaksınız” dedi. Ünal, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan... Ertesi sabah Diyarbakır Hava Taburu’na gittik. Ünal Erkan’la birlikte helikoptere bindik. Önce Cizre, ardından Habur, sonra Silopi ve en son İdil. Her vardığımız yerde bir saatlik yüzeysel gözlemlerle “izlenim” oluşturuyorduk. En olaylı merkezlerden biri olan Cizre, büyük ölçüde göç vermiş, pek olay çıkaracak “ahali” kalmamıştı. Şehrin kontrolü, güvenlik kuvvetleri ile devlete sadık bir korucu aşiretinin eline geçmişti. Hizbullah mı? Kontrol altında! Son durağımız İdil de sakindi. Orada beni İstanbul’dan tanıyan eski koruma polislerinden biriyle karşılaştım. “Gel seni gezdireyim” dedi. Grup, bir çay bahçesine gitti, ben, İdil’de görev yapan polis memuruyla esnafı dolaşmaya başladım. Yanımda Olağanüstü Hal Bölge Valisi ve çevresindeki güvenlikçiler olmayınca, “vatandaş” biraz daha serbest konuşabiliyordu. Olay sayısında gerçekten çok azalma olmuştu. Dikkat ettim, azalan eylemlerle ilgili olarak kimse “örgüt”ten yani PKK’den söz etmiyordu. Eylemlerin “Hizbullah”ın işi olduğunu söylüyorlardı. Diyarbakır’ı dönmek üzere helikopterle havalandığımızda Ünal Erkan, izlenimlerimizi sordu. Devletin sahada duruma hakim olduğunu gözlerimizle gördüğümüzden emindi. Öyleydi de. “Sadece” dedim, “İdil’de sizden ayrı dolaşırken, vatandaşların Hizbullah’dan söz ettiğini duydum...” Ünal Erkan, kayıtsız bir el hareketiyle “O, kontrol altında” karşılığını verdi. Hizbullah, kontrol altında... Yani, “devlet”in kontrolü altında. Endişelenmeye mahal yok. O dönemde bölgede Hizbullah’ın adı “sokaktaki insan” tarafından “Hizbülkontra” diye anılıyordu. “Devlet”in bir uzvu olarak algılanıyordu. Ne zaman ki, Abdullah Öcalan 1999’da yakalandı ve PKK’nın silahlı mücadelesi durduruldu, ardından “devlet” Hizbullah’ın üzerine çullandı. “Domuz bağı” ile işlenen cinayetleri ortaya çıkartıldı, lideri Hüseyin Velioğlu ölü ele geçirildi. Hizbullah’ın çökertildiği söylendi. Hizbullah’ın dönüşü Ve, Hizbullah 10 yıl aradan sonra tekrar ortaya çıktı. “Ağırlaştırılmış müebbed hapis” cezası istenen tutukluların CMK’nın tutukluluk sürelerine sınırlılık getiren 102. Maddesinin uygulanması sonucu, dışarı çıkmalarıyla değil sadece. Onları halaylar çekerek görkemli biçimde karşılayan yandaşlarının görüntüleriyle. Kamuoyunun vicdanını yaralayan ve “adalet” duygusunu tarumar eden gelişme, hükümet ile yüksek yargı arasında son yıla damgasını vuran mücadelenin yansımalarından biri, en vahimi. CMK, 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girdi. 5 ya da 10 yılını dolduran sanıkların tahliyesi söz konusuydu. Söz konusu sınırlama hemen yürürlüğe sokulmamış, önce 1 Nisan 2008’e, sonra da 31 Aralık 2010’a kadar uzatılmıştı. Ocak 2011’de Hizbullah tutuklularının dışarı çıkacağı, dolayısıyla, besbelliydi. Tahliye edilen tutuklu sayısı 1236. Bu sayının 283’ünün davaları devam ediyor. 953’ü ise mahkum olmuş durumda ve dosyaları Yargıtay’da. Nazlı Ilıcak’ın işaret ettiği gibi Yargıtay, öncelik belirleyip, içinde Hizbullahçıların da bulunduğu 953 dosyayı karara bağlayamaz mıydı? Dosya yükü bir mazeret değil. Olmadığını Taha Akyol’ün dünkü yazısından öğreniyoruz; Yargıtay 6. Ceza Daire Ekim 2010’da harekete geçmiş, elinde bulunan 120 bin dosyası hızla tarayarak tutuklusu bulunan 2000 dosyası ayırarak öncelikle incelemeye almış. Hrant Dink ve Pınar Selek’e ilişkin Türkiye’nin “utanç belgesi” kararlarının altında imzası olan Yargıtay 9. Daire’nin aynı yolu tutmamış olması manidar değil mi? Yargıtay Başkanı’nın mesaisinin büyük bölümünün hükümetle polemiğe ayrıldığını görüyoruz. Ama nereden bakarsanız bakın, şu gelinen noktada Yargıtay’ın ikna edici mazereti yok. BDP’ye karşı Hizbullah mı? Ama asıl korkutucu olan, bunun bir “ihmal”den öteye olması ihtimali. Acaba Hizbullah yeniden canlandırılmak mı isteniyor? Türkiye Kürtlerinin dilinde “Hizbulkontra” olan ve 1990’larda bölgedeki olayların seyrine bakıldığında “devletin kontrolünde” bulunduğuna kimsenin şüphesi bulunmayan örgüte, şu seçim yılında, 2011’de yeniden mi hayatiyet kazandırılmak isteniyor acaba? Salıverilenlere davullu zurnalı, halaylı, tekbirli karşılama törenlerine bakıldığında, Hizbullah’ın bölgede tabanının ve “uyuyan hücreleri”nin bulunduğu anlaşılıyor. Bölgede, KCK davası ile önü kesilemeyen hatta anadilde eğitim ve çift dillilik tartışmalarıyla alevlenen gelişmelerin önüne “Hizbullah barajı” mı dikilmek isteniyor? “Dinsizin hakkından imansız gelir” kafasıyla sözde “dindar” Hizbullah, “imansız” BDP’ye mi karşı dikilecek? Bu yıl içinde bölgeden yeni cinayet haberleri duymayı başlayacak mıyız? Bu sorular akla haliyle geliyor. Bu soruları üreten Yargıtay’ın yaklaşımını anladık da, Ak Parti hükümeti Hizbullah’a ilişkin olarak nerede duruyor? Bu da bir soru...