Gül'ün Norşin'i, Erdoğan'ın Şivan Perver'i

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Muş-Bitlis arasında Güroymak'tan geçerken "Merhaba Norşinliler" dediğini duyduğumda çok sevindim.

Haberin Devamı

Bunun bilinçli bir söz olduğunu Cumhurbaşkanı'nı tanıdığım kadarıyla fark ettiğim için çok sevindim.

Demek ki, ülkenin yönetim sorumluluğunu alanlar, geçmişin yanlışlarıyla yüzleşmek kararındalar ve doğruyu yapmak için özgüvene sahipler. Bunu fark ettiğim için çok sevindim.

Yerleşim yerlerinin isimlerini keyfi biçimde değiştirmenin ülkedeki "despot" zihniyetle birebir ilgisi var. İsim değişiklikleri basit ve masum bir işlem değil. Türkiye toplumunu "militarize" etmekle, Anadolu'nun zengin halitasını bozmakla yani "zulüm"le yakın ilişkisi mevcut.

1977 seçim kampanyasında Bülent Ecevit'in seçim otobüsünde Adana'dan Antakya'ya doğru yol alıyorduk. Ben, çiçeği burnunda bir gazeteci.. Ecevit, Misis'te otobüsü durdurdu. Üzerine çıktı ve kendisini çılgınca selamlayan binlerce kişiye "Halka sormadan, yüzlerce binlerce yıllık belde isimlerini değiştirenler"e yüklendi. Bu sözleri müthiş alkış aldı.

Lise yıllarını Tarsus'ta geçirmiş, Çukurova sevdalısı ben, daha ilk gençliğimde Misis'le az ötesindeki Anavarza hakkında nice efsaneler dinlemiş ben, Misis'in adının değiştirilmiş olduğunu o gün öğrendim. Nedenine bundan 32 yıl önce akıl yoramamıştım. Ecevit, doğru teşhis koymuştu. O gün bugündür Misis'in yeni adını öğrenmedim. Misis, Misis'tir.

İki hafta önce Van'ın güneyinde 3000 metre yükseklikteki Kırapet Geçidi'nden kıvrılarak aşağıdaki Bahçesaray'a indiğimizde, küçük kentin mir (prens) sülalesinden gelme 20 yıllık belediye başkanına sordum: "Bahçesaraylılar Bahçesaray'a kendi aralarında konuşurken Bahçesaray mı derler?" Muhatabım gülümsedi. "Hayır" dedi: "Müküs"!

İstanbul'a döndüğümde Hrant Dink ailesine Van ve çevresi izlenimlerimi anlatıyordum. "Kırapet Geçidi" der demez, Rakel, "Kırapet..." diye sözümü kesti: "Ermenice lav demektir. Volkanik bir arazi olmalı orası." Öyleydi.

Norşin de Ermeniceden geliyor bildiğim kadarıyla. Abdullah Gül, Norşin'e, Güroymaklıların kendi aralarında dedikleri gibi Norşin dedi. İyi yaptı.
O iyi yapınca MHP'liler saçmaladı. "Gebze'den geçince İstanbul tabelasını kaldırıp Konstantinopolis mi yazmak lazım" gibi sözde polemik yapmaya devam ediyorlar.

İstanbul, Rumca "Stin Poli"nin "İstin Poli" haline gelerek bozulmasından türemiş bir kelime. "Şehre" anlamına geliyor. Bizans zamanı Konstantinopolis'in sadece "Polis" ve cümle içinde kullanıldığı vakit "Poli" diye; yani "Şehir" olarak telaffuz edilmesiyle ilgili Stinpoli, İstinpoli ve İstanbul.

İstanbul'u Öztürkçe mi zannediyordunuz?

Türklere Anadolu kapılarını açan Malazgirt'in Ermenice olduğundan haberiniz var mı peki? Sonuna girt, kirt, kert gelen her yerleşim ismi Ermenice. Malazgirt, Eleşkirt, Mazgirt vs.
Peki, Van'ın Ermenice "şehir" anlamına geldiğini de mi bilmiyorsunuz?
Bu isimlere dokunmayan Alparslan'dan daha mı Türksünüz yoksa?
Bu "harman"a saygılı davrandığı için Anadolu, yönetici eliti Türk olan büyük bir imparatorluğun yüzlerce yıl kalbi oldu. Hiçbir Türkün Türklüğü, kerameti kendinden menkul milliyetçilerden öğrenmeye ihtiyacı yok ama onların "insanlığı" bu ülkenin insanlarından öğrenmeye ciddi biçimde ihtiyaçları var.
 
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın da bütün bu konularda sağlam durduğunu dünkü konuşmasını dinleyerek bir kez daha çok sevindim. Türkiye'de vatanseverliğin ölçüsü, devletçi-milliyetçiler ile ırkçı-milliyetçilerin "nefret söylemi"nden, ona buna edepsiz sıfatlar yapıştırmalarından geçmiyor artık. "İç barış"a somut katkıdan, ülkemizi oluşturan kimlikler arasındaki "büyük barışma"ya hizmetten, demokratik ve özgür zihniyetten geçiyor.
Tayyip Erdoğan'ın şu sözleri bu bakımdan çok değerli:

"Türkiye'nin bugün demokrasiyle elde etmiş olduğu standartları bundan 10, 20, 30 yıl önce elde etmiş olsaydık, Türkiye bugün nerelerde, hangi seviyelerde olurdu, bunun hesabını yaptık mı, kendimize bu soruyu sorduk mu? Demokrasinin üzerindeki vesayet tartışmaları, AK Parti ile birlikte değil de çok daha öncesinde sona erseydi, bugün demokrasimiz hangi seviyelerde olurdu? Türkiye, çetelerle, mafyayla, karanlık örgütlerle mücadelesini ertelemesiydi, faili meçhullerin üzerini örtmeseydi, hukuk ve demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla işletseydi acaba bugün nasıl bir ülkede yaşıyor olacaktık? Türkiye geçmişte içine kapanmasaydı, etrafına sanal duvarlar örmeseydi, aktif dış politika izleseydi, bölgesel ve küresel meselelerde daha güçlü roller üstlenseydi bugün nasıl bir Türkiye'de yaşıyor olurduk? İşte biz bu soruları kendimize sorduk, soruyoruz ve soracağız. Biz kendimizi bu soruları sorma zorunluluğunda hissediyoruz. Ama aynı şekilde gelecek nesillerin bu soruları sormaması için elimizden geleni yapıyoruz.

Biz artık şu soruyu da soruyoruz, hem de yüksek sesle, gür sesle: Eğer Türkiye enerjisini, bütçesini, kazanımlarını, bütün bunların ötesinde huzurunu, refahını, gencecik fidan gibi delikanlılarını teröre kurban etmeseydi, Türkiye son 25 yılını terörle, çatışmayla, olağanüstü hal ile faili meçhullerle, boşaltılan köylerle, üzerine ayyıldızlı bayrağımızın örtüldüğü tabut görüntüleriyle heba etmeseydi bugün nerede olurdu?

Ve tabii özellikle şu sözleri:
"Türkiye'nin zenginliği olarak gördüğümüz tüm farklılıklarını birbirinden ayırmak, birbirine rakip ve düşman göstermek kimin haddinedir?
Fuzuli'nin şiirleri nasıl ruhumuza hitap ediyorsa, Ahmedi Hani'nin dizeleri de aynı şekilde bizi duygulandırmıyor mu? Neşet Ertaş, 'Gönül Dağı' dediği zaman her birimizin tüyleri ürperiyor. Aynı zamanda Şivan Perver, 'Halepçe', 'Hazal' dediğinde gönül dünyamızın derinliklerine dalıyoruz. Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal bu toprakların mayasını yoğururken Cudi'nin, Munzur'un eteklerinde dolaşan dengbejler de aynı topraklara, aynı kardeşlik mayasını atıyor…

Evlat acısından daha büyük acı yoktur, Allah hiç kimseye bunu yaşatmasın. Ama son 25-30 yıldır ülkemin doğusunda batısında kuzeyinde güneyinde nice annelerin çalan her telefonla yürekleri ağızlarına gelmiştir. Hangi annenin buna yüreği dayanır, hangi annenin kalbi bu acıyı taşır? Yaklaşık 30 yıldır nice annemiz telefonun başında yığılıp kaldı…

Bu çalışmaları İçişleri Bakanı koordinasyonunda yürütüyoruz. Paket değil, süreç devam ediyor. Muhalefet anında ret cevabı veriyor. Bu meselede nerede mutabakat olmayacak, çözüm aramayacaksın da nerede arayacaksın?.."
 
Başbakan'ın ülkemizin belini bunca zamandır bükmüş olan sorunun çözümü yolunda yürüme kararlılığını sezmek ise işin en sevindirici yönü. Onu şu sözlerle ifade ediyor:
"Sorunu bu hale getiren anlayışlardan medet beklemiyoruz ama diyoruz ki gölge etmeyin, engel olmayın. Bu kardeşlik projesine, bu barış ve bütünleşme projesine, bu milli birlik ve bütünlük projesine kapılarınızı kapatmayın."

Medet beklemiyorsanız, mesele yok. Gölge etmeye, engel olmaya kalkışsalar da tarihin Türkiye'ye dayattığı bu "Türkiye içi büyük barışma yürüyüşü"nü durduramazlar. O kadar güçlü değiller. Türkiye halkından daha güçlü değiller.

Onlar, bu "kardeşlik, barış ve bütünleşme ve milli birlik ve bütünlük projesi"ne "kapılarını kapatsalar" da tarih Türkiye'nin önünü açıyor. Yeter ki, siz "irade"nizi ve "kararlılığınızı" yitirmeyin.

Yazarın Tüm Yazıları