Paylaş
Meclis Soruşturma Komisyonu’nun 9’a 5 oyla, daha doğrusu AKP’li üyelerin oylarıyla 4 eski bakanın Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığı kararını alması üzerine dün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan şunları söyledi:
“17-25 Aralık iddiaları, 30 Mart ve ardından 10 Ağustos seçimlerinde millet tarafından yargılanmıştır, millet kararını sandıkta vermiştir. Asıl önemlisi, 17-25 aralık mahkemelerde yargılanmış ve oyun o mahkemelerde bozulmuştur. Şimdi yargı içindeki birtakım odakların, siyaseti dizayn etme arzularına öyle umuyorum ki izin verilmeyecektir.”
Son cümlesi, Komisyon kararı TBMM Genel Kurulu’nun oylarına sunulduğu vakit, AKP grubuna nasıl oy kullanması gerektiğine dair bir “talimat” gibi de algılanabilir.
“Millet bu konuda kararını zaten 30 Mart ve 10 Ağustos’ta verdi. Şimdi siz de bunu onaylayacaksınız. Bu iş kapatılacak, biz de işimize bakacağız” demiş oluyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 4 bakanın Yüce Divan’da “aklanması”na “yeşil ışık” yakmadığı günler öncesinden biliniyordu. “Havuz Medyası”nın yayınları ve iktidar çevrelerinih Yüce Divan görevi görecek olan Anayasa Mahkemesi’ne yönelik aleyhte kampanyasından, Meclis Soruşturma Komisyonu’nun kararının böyle çıkacağı zaten belliydi.
Tayyip Erdoğan’ın, 4 eski bakanının Yüce Divan’da yargılanarak “aklanmak”tansa, kamu vicdanında “karalanmaya devam etmeleri”ni yeğ tuttuğu anlaşılıyordu.
Bunu karşılamak için, başvurduğu yöntem, her defasında ortaya koyduğu “En iyi savunma hücumdur” anlayışına uygun olarak, söz konusu iddialar ile “17-25 Aralık darbe girişimi” bağlantısını kurmak ve “Cemaat”in “üzerine üzerine gidileceği” konusunda iman tazelemek. Dün de böyle yaptı.
“Akademisyen Ahmet Davutoğlu”nun yerini “muhteris politikacı Ahmet Davutoğlu” alalıberi, “patetik” görüntüler sergileyen Başbakan Ahmet Davutoğlu da, yolsuzluklarla mücadele konusunda daha önce söylediklerinin 180 derece tersine açıklamalarda bulunmakta beis görmedi.
Meclis Soruşturma Komisyonu üyelerinin “vicdanlarıyla” hareket ettiklerini söyledi. Bu durumda, AKP’lilerin vicdanları ile CHP’lilerin ve MHP’li ve eğer Komisyon’a katılsa “Yüce Divan yönünde” oy kullanacağını açıklamış olan HDP’li üyelerin vicdanları arasında 180 derece bir fark var demektir.
Yani, Meclis Soruşturma Komisyonu’nun “yolsuzluk” ve “bakanların aklanması” söz konusu olduğunda “ortak vicdanı” yok.
Ne var ki, Meclis aritmetiğiyle ölçülemeyecek olan, elle tutulamayan, gözle görülemeyen ama kesinlikle var olduğu bilinen bir “kamu vicdanı” var. Ve bu karar ile AKP, kendisini “kamu vicdanı”nda “yolsuzluk şaibesi ile yaşamaya” mahkûm etmiştir.
İhsan Alnıaçık, AKP iktidarının çektiği “selfie”yi “Rüşvet paralarını faiziyle geri almak… Zanlıları kurtarıp tüm delilleri imha etmek” diye nitelerken, bunun ‘kamu vicdanı”nda nasıl görüldüğünü ortaya koyuyor aslında.
Madem ki, 17-25 Aralık, “meşru iktidar”a karşı girişilmiş bir “darbe”den ibaret idi; madem ki, 17-25 Aralık soruşturma dosyası yargıda, “kuvvetler ayrılığı”nın çiğnenmesi pahasına yapılan değişiklikler sonucu kapatıldı; madem ki, ”millet”, 30 Mart ve 10 Ağustos’ta aslında 17-25 Aralık’ı oyladı ve madem ki, Meclis Soruşturma Komisyonu “vicdani” kararıyla “Yüce Divan’a gerek görmedi” ve muhtemelen TBMM Genel Kurulu’da AKP grubunun oylarıyla görmeyecek; o takdirde Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun MUTLAKA yapması gereken TEK şey var:
Dört bakanı göreve iade.
Zira, bu anlayışa göre, Egemen Bağış, Zafer Çağlayan, Muammer Güler ve Erdoğan Bayraktar, “başarılı” Tayyip Erdoğan hükümetinin, bir “darbe girişimi” ve bir “komplo” sonucunda görevlerinden ayrılmak zorunda bırakılmış olan “başarılı“bakanlarıdır. Görevlerinden ayrılmalarına yol açan “durum” ortadan kalkmış ve kaldırılmış olduğuna göre, onların da görevlerine iadeleri gerekir.
AKP, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu, bu dört mesai arkadaşlarının gerçekten “aklanmasını” istiyorlarsa, gerçekten onları “aklamak” istiyorlarsa, o vakit, Davutoğlu, bu dört kişiyi derhal görevlerine iade etmeli, Erdoğan da atama kararnamelerini imzalamalıdır.
Yapılması gereken budur.
Bu yapılmadığı sürece, AKP’nin üzerine “yolsuzluk şaibesinin yapışıp kalması”nı bizzat Cumhurbaşkanı ve Başbakan, kendi elleriyle davet etmiş ve devam ettiriyor olacaklar.
“İyi muhalefet yapamamak” ile eleştirilen CHP’nin elinde iyi muhalefet yapamasa bile “en sağlam koz” olarak AKP üzerindeki bu “yolsuzluk şaibesi” bulunduğu için, bu “koz”u tepe tepe kullanacak ve konu, gündemden hiç inmeyecektir.
“Tapelerin imhası” da çare olmayacaktır. Tapelerin çoğaltıldığı ve yazılı metin olarak dökümlerinin yapıldığı biliniyor. Orijinallerinin, “olağandışı şartlar”da imhası, yarın-öbürgün AKP’nin karşısına dikilmelerine önlemeyece yetecek bir tedbir değildir.
Asıl önemlisi, bu konunun “AKP kimliği” üzerinde neden olacağı sürekli “korozyon” hali. Şahin Alpay, dün “Geldiği Yerde AKP Nedir, Ne değildir?” başlıklı yazısında “AKP kimliği”ni sorguluyordu ve şu tespite yer vermişti:
“Bugün vardığı noktada, AKP’nin ideolojisinden, fikriyatından söz etmek güçleşti. İlle de bir ideoloji atfedilecekse, AKP’nin otoriterlik, sivil topluma ve muhalefete tahammülsüzlük anlamında Kemalist eğilimler taşıdığı; iktidarını sürdürmek amacıyla İslami popülizme (demagojiye) başvurduğu; tek–adam, tek–parti yönetimi kurma hevesiyle de Putinizm’e özendiği söylenebilir.
Ama artık AKP’yi esas tanımlayan, onun bir siyasi ve iktisadi menfaat grubunun iktidarını sürdürmekten başka hiçbir amacı, ideali, niteliği kalmamış; oportünist bir kişi (Erdoğan) partisi olduğu.”
AKP’nin “muhafazakâr demokratlık” iddiasını çoktan terkettiği, zaten “demokrasi” ve “demokratlar” ile kavga halinde bir “demokratlık”tan söz edilemeyeceği, “muhafazakârlık” bâbında ise “Menderes-Özal hattının devamı” iddiasının yerine “Milli Görüş”e dönüş yaptığı, Müslüman Kardeşler’in Türkiye versiyonu bir tür “Siyasi İslamcılık” ile tanımlanabileceği üzerinde durmuştuk.
Şahin Alpay’ın değerlendirmesi ve “yolsuzluk şaibesi”yle yaşamayı “çıkar gereği” kabullenmesi, AKP’nin “Siyasi İslam” bağlamında değerlendirilmesini de zora sokuyor.
En kötüsü de bu!
Modern felsefenin kurucusu sayılan ve “Ahlâk” üzerine en önemli felsefi metinleri kaleme almış olan büyük düşünür Immanuel Kant, “herşeyin bir fiyatı olduğunu ve herşey için onurun bulunduğunu” yazmıştı. Herhangi bir şeyin fiyatı onun eşdeğerlisi ile yer değiştirebilirdi. Yani fiyatın mutlaka karşılığı vardı. Ama, herhangi bir karşılığı olmayan, her türlü fiyatın üzerinde olan tek şeyi “onur” kavramıyla ifade etmişti ki, “ahlâk”’ın temelini “onur” oluşturuyordu.
Bu anlayışından yola çıkarak, “ahlâk felsefesi”nin “faydacılık karşıtlığı”nı Latincede “Fiat justitia, pereat mundus” olarak belirtmişti: “Dünyanın yok olması pahasına olsa bile adalet yerine gelmeli.”
İnançlı bir insan olan Kant, zamana dirençli bir “ahlâk” anlayışı üzerinde duruyor, “onur” kavramını bir “evrensel değer” olarak sunuyordu.
Herşeye rağmen, “ahlâk” ve “onur” diye dertleri olan inançlı ve dindar AKP’liler mutlaka vardır
Paylaş