Fenerbahçe’den daha önemlisi yok...

Gazetedeki arkadaşlar, başta Eyüp Can, bir süredir bana “hafta sonları spor yaz” diye ısrar ediyorlar. Türkiye gibi gündemi genellikle değişken ve yüklü bir ülkede, “asıl işlev”in dışına kolay kolay çıkamıyorsunuz. Üstelik, insanlar, genellikle gazete okumaya en fazla zaman hafta sonları zaman ayırabildikleri için, en “içerikli” yazılar, gazetecilik kültürünün gelişkin olduğu ülkelerde hafta sonları yayınlanır.

Haberin Devamı

Örneğin, Amerika’da New York Times, Washington Post gibi gazetelerde en etli butlu yazıları hafta sonları okursunuz. İngiliz basınında da durum farklı değildir. Lay lay lom tipi yazılar ise, nedense, Türkiye’de hafta sonlarına ayrılır. Özellikle, hafta içinde ülkeye (ve dünyaya) nizamat vermeye kalkan mühim köşe yazarları hafta sonlarını edebiyat döktürmeye yöneltirler, aşk-meşk yazmaya bayılırlar. Hafta içinin adeta Diderot’ları, Voltaire’leri hafta sonu birdenbire sanki Rimbaud’laşırlar, Baudelaire kesilirler.

Bu yetenek bende bulunmadığı için, böyle yapmaktan kaçınmışımdır. Bu kez, “spor yazısı” ile “ülke haftasının en önemli konusu” tercihi birbiriyle kesiştiği için, sıra Fenerbahçe yazmaya geldi.

 

Haberin Devamı

***               ***           ***

 

Zaten, beni bıraksanız, sürekli Fenerbahçe yazabilirim. Ne de olsa “en önemli önceliğimiz” o. Hep öyleydi. Haftalık, hatta aylık takvimimiz ona göre ayarlanır. Randevularımız, iş görüşmelerimiz her şey.

Geçen hafta Fransa’nın en etkili düşünce kuruluşu sayılan Ifri’nin (Fransız Dış İlişkiler Enstitüsü) bizim Tesev’le birlikte düzenlediği Fransa bağlamında “Türkiye-AB ilişkileri”ni konu alan bir günlük bir paneller dizisine katılmak üzere Paris’teydik. Toplantı Cuma akşamüstü bitti. Kalabalık Türk grubunun büyük bölümü Cumartesi akşamı, bir bölümü de Pazar günü Türkiye’ye dönecekti. Paris, komşu kapısı değil. Öyle göz kamaştırıcı bir şehirde, toplantının ardından bir gün geçirmek herkese iyi gelecekti.

Böylesine “Paris’te bulunma keyfi”nden kendini mahrum eden iki kişiden biriydim. Cuma gece yarısından sonra yatağa girip, sabaha karşı 05:30’da fırlayıp, ilk uçakla İstanbul’a dönmek üzere, Paris daha sabaha uyanmadan Orly havaalanı yolunu Tesev Başkanı Can Paker ile ikimiz tuttuk. O gün Kadıköy’de Galatasaray maçı vardı ve hiçbir güç bizi Paris’te bir dakika daha fazla tutamazdı.

Haberin Devamı

Uçaktan inip, ilk iş, eve gittim. Formamı alıp, Kadıköy’e geçtim. Sabah Paris’te olduğumu unutmuştum bile. Fransız kültürüne bağlı, “Batı’ya açılan ilk pencere” diye nam yapmış Galatasaray Lisesi’nden (eski adıyla Mekteb-i Sultani yani bir nevi Kraliyet Okulu) türemiş olan Galatasaray’ı Kadıköy’de yenmek bir “21.Yüzyıl Klasiği” idi ama bunu bir kez daha yerine yaşamak, Paris’te geçirilecek her saatten çok daha anlamlı ve zevkliydi biz Fenerbahçeliler için.

Bir gece önce, Paris’te akşam yemeğinde Galatasaray Liseli ve Galatasaray Üniversitesi’nin rektör adaylarından Prof. Ahmet İnsel ile Fenerbahçe’den hazzetmeyen (çocukluğunda Galatasaraylı olduğunu iddia eder) Murat Belge gibileri, Can Paker ve benim, sabah gelsin de Paris’ten İstanbul’a Fenerbahçe uğruna dönelim havasında içi kıpır kıpır edenlere yönelik alaycı bakışlarına en güzel cevabı Paris Büyükelçimiz Osman Korutürk verdi. Osman Korutürk, Fransızca diline hakimiyet ve öğretim kalitesi anlamında Galatasaray Lisesi’nin en büyük rakibi Saint Joseph Lisesi’nin mezunu. Birisiyle arasında geçen konuşmayı naklediyordu. Muhatabı kendisine “Galatasaray Lisesi’nin bir takımı var. Galatasaray. Saint Joseph’in yok” dediğinde, “Saint Joseph’in de takımı vardır: Fenerbahçe” diye cevabı yapıştırdığını dinledik. Türkiye’nin önemli merkezlerde kalburüstü diplomatlara sahip olmasından içim ferahladı.

Haberin Devamı

O gün her Fenerbahçe-Galatasaray maçından önce, illa yazısının sonuna “Cimbom vs.” gibisinden “iman tazeleme” cümleleri ekleyen Hasan Cemal, bunu yine yapmıştı. Yalnız, Hasan Cemal’in kötü bir huyu var; Fenerbahçe-Galatasaray maçlarından sonra bu konuya hiç girmiyor.

Aslında biz Fenerbahçeliler de pek girmiyoruz. Çünkü, Galatasaray’ı Kadıköy’de yenmek, bizler için, eski deyimle “ahval-i adiye”den bir durum oldu. Yani, sıradan bir olay.

Peki, öyleyse bütün bunları niçin yazıyorum?

Avrupa’da, şu günlerde Türkiye namına parlak görüntü veren sadece Fenerbahçe olduğu için. Duymamış olanlara hatırlatayım; Çarşamba gecesi Rusya Şampiyonu CSKA’yı, Avrupa Şampiyonlar Ligi’nin son maçında Kadıköy’de 3-1 yendik ve “Avrupa’nın 16 takımı” arasına girdik. UEFA başarı klasmanında, 9. sıradayız.

Haberin Devamı

Türkiye, AB’nin 27 üyesinden biri olamadı. AB Zirvesi’nin hemen ardından, tam da şu sıralarda, bundan 10 yıl sonra Hırvatistan’ı izleyerek ilk 30’a girip giremeyeceği belli değil ama Fenerbahçe, ilk 16’da. Daha da yukarılara tırmanabilir.

Zaten, Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek de, “Türkiye’nin cari açığının kapanması çabalarında, Fenerbahçe’nin elde ettiği döviz gelirleri”nin önemine değinerek, Fenerbahçe’yi övmüş.

Fenerbahçe’nin Türkiye’ye katkısını, bu vesileyle gururla kaydetmeliyim.

Ve, unutmadan; bu satırları Atina’dan yazıyorum. Atina’da yüksek katılımlı bir Ortadoğu toplantısı var. Irak, Filistin-İsrail, İsrail-Suriye ilişkileri, İran, Kürt meselesi, ABD ve bölge gibi konuların ele alındığı öğleden sonra oturumlarına katılmayarak, oteldeki odama koşup bu yazıyı yazıyorum. Fenerbahçe’nin yaşamımızda “en öncelikli” konu olduğunu yukarıda belirtmiştim.

Haberin Devamı

Atina’ya Çarşamba günü gelmemiz istenmişti. Davete cevabımda, “Perşembe’den önce gelemem” demiştim. Çünkü, Çarşamba günü, hiçbir güç ve gerekçe, beni, Kadıköy’de Fenerbahçe-CSKA maçını seyretmekten alıkoyamazdı. Tıpkı, bir hafta önce, hiçbir gücün Fenerbahçe-Galatasaray maçını, “Paris büyüsü” ile aldatarak seyretmekten alıkoyamayacağı, koyamadığı gibi.

 

***          ***         ***

 

Bu duyguyu, bu tür duyguları futbol ve spor ile pek ilişkisi bulunmayan ve özellikle Fenerbahçeli olmayanların anlaması pek zordur, biliyorum. Her yazıyı herkesin anlaması da beklenmez. Yazar, yazılarını muhatapları için yazar. Bu yazının, bu cins yazıların muhatapları olduğundan eminim. Üstelik, eski Fenerbahçe başkanlarından biri, alçakgönüllü bir tahminle, Türkiye’de 25 milyon Fenerbahçeli olduğunu söylediğine göre, bu alçakgönüllü tahminle bile, bu yazının çok sayıda “alıcı” bulunduğuna bir kuşkum yok.

Rakipler de, kimisi öfke, kimisi “gıpta ve kıskançlık”la, bu yazıyı okuyacağına göre, bu konuda yazdığım için “okunmamak kaygısı” gütmeme de imkan yok.

Biz Fenerbahçeliler, bulunduğumuz her yerde, her vesilede Fenerbahçe’nin “gönüllü propagandistleri”yiz. Geçen Ramazan Bayramı’nda Ürdün’deydim. Bunca yıllık ömrümde bir Ortadoğu ülkesine, bir Arap ülkesine ilk kez turist olarak gitmiştim. Birinci Dünya Savaşı’nda isyancı Araplarla birlikte, meşhur Lawrence’ın karargahını kurduğu çölde, Vadi Ram’da çadırda geceliyorduk. Orada, bir grup Türk gibi, az sayıda yabancı turist de vardı. Bunlardan birininABD’de yaşayan Brezilyalı bir bayan olduğunu öğrenince, ona hemen “Roberto Carlos’u tanıyıp tanımadığını” sordum.

“Hangisi?” diye sordu, “Aynı isimde dünyaca ünlü iki Brezilyalı var. Biri müzisyen, diğeri futbolcu.” Futbolcu olanı cevabını verdiğimde, “Tabii biliyorum onu, bilmeyen var mı?” dedi ve onun üzerine kendimi tanıttım: “İşte, ben onun kulübüne mensubum. Fenerbahçe!”

Roberto Carlos’u tanıyanın Zico’yu tanımamasına imkan var mı? Bunlar dünya çapında isimler ve onlarla birlikte Fenerbahçe’yi bütün dünya tanımaya başladı. “Küreselleşme” çağında, Fenerbahçe ve o sayede Türkiye’nin “küresel tanıtımı” böyle de oluyor.

Fenerbahçe’yi, Ortadoğu’nun binbir ihtilafının içinde kavruldukları için duymayanlar olabilir düşüncesiyle, Atina toplantısında “asli görevi”mi ihmal etmemeliyim. Bana müsaade. Şu an bulunduğum Atina’daki Ortadoğu konusundaki oturumlara katılmak zorundayım. Fenerbahçe’yi anlatmak için!

Yazarın Tüm Yazıları