Paylaş
Bu dönemde başarılırsa başarılır. Kimse de bizim gibi cesaret etmez bu işe. Birçok riski göze alarak adım attık… Ben bunu Ahmet beye de (Türk) söyledim.” Böyle diyor Başbakan Tayyip Erdoğan.
Türkiye’ye gelen “PKK”lıların üzere açık bir otobüsle Silopi’den Diyarbakır’a kadar sevinç gösterileriyle karşılaşmasının “Fırat’ın batısında” ve Ankara’da “devlet katında” uyandırdığı rahatsızlık üzerine, kendi “rahatsızlığı”nı dışa vurduğu açıklamasından bir bölüm.
“Rahatsızlık” giderek tepki boyutlarına kaydı. Genelkurmay, durumun “kabul edilemezliği”ne ilişkin görev tanımı içinde olduğu iddia edilemeyecek ama “Genelkurmay olduğu için” önemsenen bir açıklama yaptığı gibi, HSYK, hiç üzerine vazife olmayan bir konuda devreye girdi.
Tayyip Erdoğan, adresi DTP-PKK çevreleri gibi anlaşılan bir “uyarı-tehdit” karışımı sözler de söyledi; “Arzu etmeyiz ama bu işi tamamen sil baştan yaparız” dedi.
“Demokratik Açılım” tıkandı mı? Tıkanıyor mu? “Sonun başlangıcı”nda mıyız?
“Batı”dan gelen ve bizzat “koordinatör” İçişleri Bakanı ile Başbakan’ın ağzından çıkan ve bu konuda şimdiye dek pek kullanmadıkları “sert uslûba” bakarsanız
öyle.
Ama öyle değil. Öyle olamayacak şekilde “Demokratik Açılım”ın “Rubikon”u geçtiğine hükmetmek de mümkün.
*** *** ***
Bunun böyle olduğunu “en başa döneriz” ve “sil baştan yaparız” diye konuşan Başbakan’ın aynı açıklamasında yer alan diğer cümlelerinden de yakalayabiliriz. “Burada bir demokratik açılım sürecine girilmiş, bütün bu adımlar atılıyor. Şimdi burada hiç bu adım atılmamış noktaya dönülmesi yanlış olur” diyen de Başbakan.
Bu “süreç”in çok zor ve inişli-çıkışlı ilerleyeceği konunun doğası gereği başından belliydi. “Süreç”in ilk somut meyvesi, Kandil’den 8, Mahmur Kampı’ndan 26, toplam 34 kişinin Türkiye’ye gelmesi ve serbest bırakılması oldu. Yani, “süreç”in “ilk somut meyvesi” üzerine Güneydoğu’da büyük bir sevinç dalgasının kabarması “Süreç”in başına da değil “öncesi”ne dönmek için haklı bir neden olabilir mi?
Yani, Ak Parti, kendi pozisyonunu geri çekerek ve CHP-MHP zeminine yerleştirerek ön aldığı bu “Süreç’ten selâmetle çıkabilir mi?
İşte bu mümkün değil.
O yüzden, çare yok, “Süreç” inişleri ve çıkışlarıyla yürüyecek.
Önemli olan, bu “Süreç”in doğru yönetilmesi, akıllıca yürütülmesi, basireti kaybetmeden ve gözleri “nihai hedef”ten ayırmadan yürütülmesi.
“Nihai hedef”, elbette ki “silahlara veda.” Bir başka deyimle PKK’nın “dağdan inmesi”, artık kimsenin dağa çıkmaması ve bir başka anlamda PKK’nın PKK öolmaktan çıkması.
Bunun kaçınılmaz yolu ve sonucu, PKK’lı olan ve PKK’ya meyleden unsurların –bunlar bir avuç değil, on binler, yüz binlerle ifade edilebilecek rakamdaki
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları- önlerinde “hak aramak” için silaha, şiddete başvurmayacak yolları açık ve siyaset iklimini mümkün bulabilmeleri.
Daha önce defalarca yazdığımızı söylediğimizi bir kez daha tekrarlayalım: Türkiye, DTP’nin PKK’lılaşması ile PKK’nın DTP’lileşmesi seçenekleri ile yüz yüze. Ülkeyi rahatlatacak olan ikinci seçenek. Bu nedenle, DTP’ye özel olarak saldırmanın ve onu sahneden silerek tümüyle PKK’lılaşmasına yol açacak bir zemin oluşturmanın gereği de, anlamı da yok.
Öyle kırılgan ve hassas bir “Süreç”te ilerlemeye çalışılıyor ki, sürekli olarak “bardağın dolu tarafı”nı görmek ve olumlu halkaya asılmak şart. Başbakan’ın söyleminde olduğu gibi, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bugünkü Radikal’in manşetine yansıyan –ve eminim ki, bir sürü insanı öfkeden köpürtecek olan- açıklamasında da asıl yakalanması gereken halkayı görmezden gelmemek gerekiyor.
Öcalan, onca lâfı arasında şunları da söylüyor ve “Süreç”in üzerine inşa edileceği yer de o sözleri:
“Birinci aşama, devlet Kürtlerin tüm haklarını güvence altına alacak. Bu konuda bize güvence verecek, bizi ikna edecek. Biz de 1) Bölücü olmadığımızı devlete ispatlayacağız. Ayrılıkçı, bölücü olmadığımızı beyan edeceğiz. 2) Şiddeti yöntem olarak esas almadığımızı ilan edeceğiz. Şiddet yöntemini devreden çıkaracağız.
Bu aşamada çatışmasızlık ortamı oluşturulur.”
Buna karşı iki yaklaşım benimsenebilir:
1. “İmrali canisi, Teröristbaşı vs.” kim oluyor da bunları söylüyor; onu hesaba katmayacağız.
2. PKK liderinin bu sözlerini, “bölücülük” ve “ayrılıkçılığı” devre dışı bırakması olarak “Milli Birlik Projesi”nin amacına ulaşması bakımından değerlendirmek mümkündür. Ayrıca, “şiddetin yöntem olarak esas alınmaması” ve “devreden çıkarılması”, artık dağa çıkmaya son ve dağda kalmaya da son anlamına gelir. Ki, bu da PKK’nın silahsızlanması ve Türkiye’nin bunca yıldır belini bükmüş olan Kürt sorununun şiddet boyutundan arındırılmasının ön adımı olarak görülmelidir.
Hangi yaklaşım tercih edilmeli?
İlki “çatışmaya devam” anlamına geliyor; ikincisi büyük ve geniş bir “ulusal-toplumsal barışma ve uzlaşma”ya yolların açılmasına anlamına.
*** *** ***
Peki, binlerce “şehit kanı”nı boş yere mi döküldü?
Hayır. O “kanlar” bu ülke toprakları bölünmesin diye döküldü ve bugün PKK’nın ve onun etkilediği kitlelerin geldiği nokta, zaten, o kanların boş yere dökülmediğinin en çarpıcı kanıtıdır. Ancak, hiçbir devlet, “intikamcı bir ruh haleti” üzerinden “gelecek planlaması” yapamaz, yapmaz.
Güvenlik kuvvetleri –asker ve polis- son 25 yıl içinde 5000’in üzerinde “şehit” verdi. Bir o kadar vatandaş da hayatını yitirdi. Peki, PKK ve yandaşlarından hayatlarını yitirenlerin sayısı ne kadar?
30 binin üzerinde. İşin unutulmaması gereken yanı, onlar da bu ülkenin vatandaşları. Ülkemizin Güneydoğu ve Doğu’sunda da nice ocak söndü, nice bağırlar yandı. “Onlar teröristti” ve “devlete karşı ayaklanmışlardı” diye bir “acı hiyerarşisi” kurabilir misiniz? “Onlar”a verdiğiniz sıfatlar, vatandaşlarımızın o bölümünde acı yaşandığı gerçeğini karartabilir mi?
Birçok konuda “ezber bozma”dan, bu “Süreç” gereğince sürdürülemez ve bu “Süreç”in tıkanması “kan ve göz yaşı”na geri dönüş demektir. Bunu kimse isteyemez, istememelidir. O yüzden, “ulus”un daha kalabalık bölümü olan biz Türklerin ve “denklem”in daha güçlü tarafı olan “Devlet”in bugüne kadar sahip olduğu alışkanlıktan ya da alıştırıldığı “kalıplar”ın dışına çıkması gerekiyor.
Gelin Orhan Miroğlu’nun (Taraf’ta) 21 Ekim’deki yazısındaki şu satırlar üzerinde bir düşünelim:
“… Kürt sorununda her şeyi tartışmaya başlayan Türkiye’nin, PKK realitesi söz konusu olduğunda, sahip olduğu ve yıllardır koruduğu fikirleri bugün artık bir işe yaramıyor.
PKK’yle devletin yürüttüğü savaşı sürdürmek, geçmişte bu fikirlerin pazarlanması ve kamuoyuna mal edilmesiyle mümkün oldu.
Binlerce insanın hayatını kaybettiği bir savaşa razı olmuş, yaşadıklarını sorgulamayan, ona anlatılanları olduğu gibi kabul eden bir toplum gerçeği yaratıldı.
Oysa Türk halkına söylenen hiçbir şeyin doğru olmadığı bugün daha iyi anlaşılıyor.
Ne Kürt meselesinde, ne Ermeni sorununda, ne de başka ulusal meselelerde Türkiye’yi yönetenlerin ağzından bu hükümete gelinceye kadar bir tek doğru kelime çıkmadı.
Ve söylenenler ulusal travmaları besleyip durmaktan başka bir şeye yaramadı.
PKK’yi desteklesin, desteklemesin, Kürtlerin önemli bir kısmı bu 25 yılda farklı bir tarihin yaşanmakta olduğunu gördüler ve siyasi tutumlarını yaşadıklarına ihanet etmeden ortaya koymayı başardılar.
Bu yüzden zaten, PKK’yi asıl güçlü kılan elindeki kalaşnikof sayısı değil artık, bu rıza imalatı meselesinde, savaşa razı olmayan Kürt toplumunun ortaya koyduğu dirençtir.
Ve bu direnç, sanırım, Amerika’dan, PKK’yi eroin şirketi gibi gösteren kararlar çıkartmaktan ibaret diplomatik faaliyetlerden çok daha kıymetli bir şeydir.
Bunu anlamamak ve geçmiş politikalarda ısrar etmek için bir bahanemiz kalmadı.
Kral çıplak, bu rıza imalatı üstüne kurulmuş siyasi programlar ve ısrar olmasaydı, 1999’da her şey farklı olabilirdi. Bu savaş daha o yıllarda bitebilir ve o zamandan bu zamana kadar hayatını kaybeden binlerce insanın hayatı kurtulabilirdi.
PKK’lilerin otuz binini öldürdü bu devlet.
Ama yirmi beş yıl sonra silahlarını bırakıp Türkiye’ye gelen PKK’lileri, Habur’da yüz bin kişi karşılıyor.
Bunca ölüm, bir ateş topu gibi toplumu saran bunca kin ve nefret neyi değiştirdi?”
“Süreç”, düşe kalka da olsa yürüyecek. Çünkü bunun geri dönüşü yok.
Çünkü geri dönüşün Türkiye’ye sunacağı hiçbir gelecek yok. Yeni acılardan başka…
Paylaş