Paylaş
Selahattin Demirtaş, dün “Alevi Konferansı”nda konuşurken, Kürt sorununun çözümü konusunda önemli bir tespitte bulundu. “Önümüzdeki üç beş yılda bu sorunu çözdük çözdük, yoksa 100 yıl sonra torunlarımız yine burada, bu konuları konuşuyor olacak” dedi.
Tayyip Erdoğan ile Kürt siyasi hareketi arasındaki taban tabana zıt “gelecek tasavvuru”nu ise şöyle özetledi: “Birbiriyle uzlaşma olanağı olmayan iki çizgi var: Biri tek başıma yöneteceğim diyor, diğeri ise bu ülke yerellerden yönetilecek…”
Sorunun tarafları arasındaki en önemli aktörlerden biri böyle diyorsa, üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor: “Kürt sorununu 7 Haziran seçimlerinden sonraki üç-beş yıl içinde, yani bir seçim dönemi süresinde çözdük çözdük.”
Çözülemezse?
Eğer çözülemezse, Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi 100 yıl sonra torunlarımız yine burada, bu konuları yani Kürt sorununu konuşuyor olamazlar. Zira 100 yıl sonra, nasıl bir dünyada neleri konuşuyor olabileceğimizi hiç bilemeyiz. 100 yıl geriye gidelim, 1915’in dünyasını ve bugün yaşadığımız toprakların o günlerdeki görünümünü düşünelim; ardından bugüne dek yaşananları hatırlamaya çalışalım...
Yani?
Yani, Demirtaş’ın vurgusunu esas alırsak, önümüzdeki şu birkaç yıl içinde Kürt sorununu çözemezsek; “Kürt sorunu bizi çözer” hükmünü verebiliriz.
Peki, bu sorunu önümüzdeki üç-beş yıl içinde çözebilir miyiz?
Şu anda hareketsiz haldeki “çözüm süreci”ni 7 Haziran sonuçlarından sonra harekete geçirebilirsek, bu mümkündür. En azından imkânsız değildir.
Hafta içinde tam da bu konuda İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda Jonathan Powell ile birlikte konuştuk. Jonathan Powell, “Kuzey İrlanda Çözümü”nün başaktörlerinden biri. Tony Blair’in başdanışmanı konumunda iken, Sinn Fein’in IRA bağlantılı iki lideri Gerry Adams ve Martin McGuinness’le ilk temasları o kurmuştu. Jonathan, “Kuzey İrlanda Çözümü”nden sonra dünyadaki çatışma konularının çözümü için uluslararası bir girişimci haline dönüştü.
Kendi deneyimlerinden de yola çıkarak kaleme aldığı “Teröristlerle Konuşmak- Silahlı çatışmalar nasıl sona erdirilir?” adlı kitabı Aykırı yayınlarından Türkçe olarak yeni çıktı.
Jonathan Powell ile Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün “uzmanlar konseyi”nde birlikteyiz. Kitabının Türkçe baskısı için “çözüm süreci”ne değinen bir “önsöz” yazmamı istediğinde çok memnun olmuştum. Türkçe baskısı için kendisinin de ayrıca yazdığı önsözle birlikte net 427 sayfa ulaşan kitabına, 15 sayfalık bir katkıda bulunmuş olmaktan mutluluk duydum. Olağanüstü değerde bir kitap çünkü...
Nitekim “önsöz”de kitabın özellikle bizler için önemine ve değerine işaret etmek için şöyle yazmıştım:
“İnsanın elinden bırakamayacağı bir roman kıvamında bir dil ve üslup ile yazılmış olan ‘Teröristlerle Konuşmak’, dünyanın hemen her köşesinden edinilmiş paha biçilmez nitelikteki zengin bilgileri sunmasının yanı sıra adeta ‘Kürt sorununu çözme el kitabı’ ya da ‘Kürt sorununu çözme kılavuzu’ gibi de okunuyor.”
Bir önceki paragrafta ise, “Acaba bu kitap, aynen bu içeriği ile bundan yıllar önce elimize geçmiş olsaydı. Kürt sorununun çözümünde bunca vakit kaybetmemiş, ödenmiş olduğu kadarıyla pahalı bir bedel ödememiş olabilir miydik?” demiştim.
Bu gözlemlerimi, perşembe günü İstanbul’daki ortak konferansımızda bir kez daha ifade ettim. Hem konferansın hem de sonrasında çeşitli televizyon kanallarında Jonathan Powell ile yapılan söyleşilerin izleyenler açısından çok yararlı olduğunu düşünüyorum.
Ne var ki, iktidarın her türlü ahlak ölçüsünü kaybetmiş kimi yayın organları ve sözcüleri Jonathan Powell’ın “çözüm süreci”ne ilişkin “olumlu açıklamaları”nın benim yüzümün asılmasına neden olduğunu, utanmazca yazdılar ve yaydılar. İktidar, bu tür “psikolojik savaş” unsurlarını, benim gibi ömrünü Kürt sorununun barışçı çözümüne adamış birisine karşı her türlü ahlak dışına çıkarak kullandığı sürece, “Kürt sorununun çözümü”ne ilişkin olarak gerçekten samimi olduğu konusunda inandırıcı olamaz. Buna en başta Kürtler inanmazlar.
İktidar, 7 Haziran’dan sonra “çözüm süreci”nde yol almak istiyorsa, medyasında istihdam ettiği “kullanışlı aptallar”ı ayıklaması, medyasını bu tür “kötü niyetliler” topluluğundan arındırması şart.
Jonathan Powell’ın, Türkiye’deki “çözüm süreci”ne olumlu baktığı, kitabında zaten mevcut. Ocak (2015) sonu yazdığı “önsöz”de “Çözüm sürecini birkaç yıldan beri yakından izleyen iyi bir gözlemci olarak meselenin barışçı bir şekilde çözülebileceğine kesinkes inanıyorum, bu kez çözüm ihtimali gerçekten yüksek” cümlesiyle bakış açısını ifade etmişti.
Aynı şekilde, ben de, Şubat’ta (2015) yazdığım “önsöz”ü “Türkiye’de ‘çözüm süreci’ ayakta kaldığı, ayakta tutulduğu ve zaaflarından arındırıldığı takdirde umutlu ve iyimser olmaya devam edilebilir... Umut edelim ki, kitabın ileriki yıllarda yapılacak Türkçe baskılarında Türkçe önsöz yerine, Türkiye’nin Kürt sorunu tecrübesi de kitabın içinde yer almış olsun. Niye olmasın?” cümleleriyle noktaladığımı hatırlatmış olayım.
Jonathan Powell ile ortak konferansımızda, Jonathan, Süreç’in ayakta tutulması ve devamlılığını zorunlu olduğunu vurgularken “Sıkı, katı bir süreç sürdürmek şart. Üç ayaklı bir tabure düşünün. Bacaklarından biri Abdullah Öcalan, biri Kandil ve diğeri de hükümet. Bu üçayağının sağlam olması lâzım yoksa tabure çöker" dedi.
Bunun yanı sıra, “süreç”e ilişkin olarak “seçim arifesinde olunduğu için sıkıntılar gördüğünü” söyledi ve “iyimser kaldığı”nın altını çizerek şu sözleri ekledi: “Ama Türkiye’nin elinde büyük bir imkân var ve seçim sonrasında da eline geçecek fırsat çok büyük olacak.”
Konuşma sırası bana geldiğinde, “çözüm süreci”nin seçimlere giden yolda AKP-HDP rekabetinden ötürü “işin doğasına uygun” sıkıntılarla yüz yüze olduğundan söz ettim ve ayrıca “süreç”in başlangıcından beri içinde barındırdığı zaafları, uluslararası tecrübeler ışığında anlattım. Bütün bunların aşılabilmesine ilişkin olarak ve genel olarak “çözüm süreci” konusunda, 7 Haziran sonrasına ilişkin “iyimserlik” ve “umutlarımı” dile getirdim.
Bu “iyimserlik” ve “umutlar” bazılarının sandığının aksine, Tayyip Erdoğan’ın 7 Haziran’da istediğini elde etmesinden değil, etmemesinden geçiyor. Tayyip Erdoğan’ın “çözüm süreci” söz konusu olduğunda geçmişten kalma bir “seçim sabıkası” var. 12 Haziran 2011’de yüzde 50 oy aldığında “Silvan olayı”nı bahane edip, 2008’den beri yol alan çözüm sürecine 14 Temmuz 2011’de noktayı koymuştu.
Temmuz 2011’den, 2013 başına kadar; yani şu içinde bulunduğumuz “çözüm süreci” başlatılana kadar, 900 dolayında can pisi pisine yitirildi. Aynı durumu bir daha yaşanmaması ve “çözüm süreci”nin canlandırılarak yoluna devam etmesinin sağlanması için, HDP’li bir parlamentonun oluşması ve Tayyip Erdoğan’ın “tek adam rejimi”ni kurma yolunun kapanması gerekiyor.
İşte o zaman “önümüzdeki üç-beş yıl içinde sorunun çözümü” gerçekten mümkün hale gelebilir...
Paylaş