Paylaş
Malmö’nünyanıbaşında Lund’da İsveç’in en önemli üniversitelerinden birinde “Türkiye’nin seçim sonrası dış politikası ve Arap Baharı”nı konuşacağız. Düzenleyiciler, Lund Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nin özellikle Suriye konusunda çok uzmanlaşmış olduğunu, konuşmada Suriye konusuna özel bir yer ayırmamız gerektiğini uyarıyorlar.
Bir süredir, “Türkiye’nin yeni dış politikası ve Ortadoğu Baharı” ile yatıp kalkar olduk. Geçen hafta İstanbul’da uluslararası bir toplantı, şimdi İsveç’te aynı konu, birkaç gün sonra Varşova’da keza. Ardından İstanbul’da eski Dışişleri Bakanı MadeleineAlbright ve eski Ulusal Güvenlik Başdanışmanı StephenHadley ile de aynı konuları konuşacağız.
Bu sadece, kişisel olarak bizim payımıza düşenler. Onlarca akademisyen ve meslektaşımız çeşitli coğrafyalarda aynı temalar üzerinde yoğun bir trafik içindeler.
Türkiye’nin, Amerikan medyasının cilveli ama yanlış biçimde “Arap Baharı” adını verdiği, Arap entelektüellerinin –benim de katıldığım haliyle- “Arap Devrimi” ya da “Arap Aydınlanması” diye nitelediği büyük tarihi gelişme sayesinde de, çok dikkate değer, ilgi duyulan bir ülke haline gelmiş olduğu tartışma götürmez.
Zaten tartışmalar da, Türkiye’nin bu tartışma götürmez yeni görüntüsü ve onunla bağlantılı olarak “Arap Devrimi” üzerinde odaklanıyor.
Özgüven ve kibir
Bu yeni “Türkiye profili”nin, Türkiye’ye kamuoyu zemininde ve iktidar çevrelerine başlıca iki etkisi göze çarpıyor; Özgüven ve kibir. Birincisi, etkili bir dış politika yürütebilmek ve geleceğe umutla bakabilmek için zorunlu ve olumlu bir özellik.
İkincisi, izlenen dış politikanın duvara toslamasına, ona paralel olarak içeride özgürlükleri baskı altına almaya kadar varacak tehlikeli eğilimler için zehirli gıda niteliğinde.
Türkiye’nin, Tunus’la başlayan, Mısır’da doruğuna varan ve Suriye ile birlikte kendi kapısının önünde bulduğu “Arap Devrimi”nden yana olması, bölgedeki totaliter-anti demokratik yapıların birbiri ardından zincirleme yıkılması şeklinde tezahür etmekte olan “değişim dalgası”ndan yana çıkması, ona bir tür “sponsorluk” etmesi, görünürde gayet iyi bir şey. Buraya kadar tamam.
Tabii, bu, “komşularla sıfır sorun” diye etiketlenmiş olan ve sırf bu etiket nedeniyle gerekli ve doğru diye sunulan bölge politikasının da son bulması anlamına geliyor. “Komşularla sıfır sorun”, yeni Türk dış politikasının mimarı Ahmet Davutoğlu’nun bölgeye açılımı için kullandığı “anahtar” idi.
Ancak, “komşularla sıfır sorun”, bölgedeki mevcut rejimleri sorgulamadan, onların hepsi ve herbiriyle Türkiye’nin ilişkilerini canlandırmasını öngörüyordu.
“Arap Devrimi” bölge statükosunu altüst edince, böyle bir politikanın izlenme şansı da kalmadı. Türkiye, bence, doğru bir rotaya girerek, “bölgede değişim”den yana tavır aldı. İran ise, iş Suriye’ye dayanınca, birlikte bir “eksen” oluşturduğu “müttefiki”ni, zalim Baas rejimini kollar oldu ve “statüko” tarafına geçerek, Türkiye ile yer değiştirdi.
Washington’dan verilen ihale
Bu yeni dinamiklerin etkisiyle, Türkiye, adım adım, ABD’nin bölgedeki “taşeronu” durumuna kayıyor. Bu sıfat, aynen böyle “sub-contractor” olarak Amerikan ve İngiliz basınında kullanılıyor. Suriye, Washington tarafından adeta Türkiye’ye “ihale edilmiş” halde.
Öyle olmasa, Tayyip Erdoğan kardeşi bildiği Başşar Esad ile sırf “sözünü tutmadı, reform yapacağım dedi yapmadı” gerekçesiyle sekiz ay içinde “kardeş”ten“hasım” konumuna kayar mıydı? Bu gerçek bir gerekçe olsa, Sudan Devlet Başkanı’na Türkiye’nin kapıları ardına kadar açık tutulur muydu?
Türkiye, geleneksel siyasi davranışlarından muazzam radikal bir değişiklik yaparak, Suriye muhaliflerini İstanbul’da organize eder, rejime muhalif askeri unsurlara kendi topraklarında barınak ve lojistik destek sağlar mıydı?
Bütün bunlar, ABD politikası ile örtüşüyor. Obama, Tayyip Erdoğan’ı hemen her konuda arkalıyor. Bir buçuk ay içinde Irak’ta Amerikan askeri kalmayacak. Doğudan ardına kadar İran’ın önünde açık, Bağdat’taki merkezi hükümet yapısında İran nüfuzu besbelli bir Irak’ı da “ortak çıkarlar” adına Amerika, Türkiye’ye devretmeye hazırlanıyor.
İç politikaya yansıma
Arap Sokağı’ndaki müthiş popülariteye, Obama’nın kesin desteği de eklenince, Türkiye’nin yönetici unsuru, özgüvenden kibre doğru hızlı ve kolay geçiş yapma imkanı da kazanıyor.
Kendisiyle herhangi bir konuda herhangi bir düzeyde ters düşülmesine tahammül sınırları ortadan kalkıyor. Karşısında gördüğünü, kim olursa olsun, silindir gibi ezebileceğini görüyor. Yanında yer alan geniş propagandist ordusundan da güç alıyor.
Bu, konunun, ülke içindeki “özgürlükleri teneffüs etme” ortamını ilgilendiren faslı. Dış politikaya dönersek, Türkiye’nin bölgede “özerk” ya da “Batı’dan bağımsız dış politikası” alanının daha da daralacağının işaretlerini gördüğümüz bir-iki husus var:
1. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, İran’ın nükleer silah programına ilişkin, çok gürültü koparacak ve İran ile bölge üzerinden uluslararası sistemi gerecek içerikte bir rapor hazırladı. Bunun yol açacağı gelişmeler, Türkiye’nin geçen yıl Brezilya ile birlikte izlediği ve ABD’yi kızdıran politikasını devamına engel olacak. Türkiye, hele erken uyarı radarını kendi topraklarına yerleştirdikten sonra, İran ile ABD arasında “dengeli” bir noktada duramayacak ve ABD’ye daha da yaklaşacak.
2. Suriye’de Homs’u kanla kontrol altına alması halinde –ki, gidişat öyle- rejimin altı ay daha ayakta kalmayı kesinleştireceği görüşü yaygın. Bu da, Türkiye’nin Suriye ve İran ile mesafesinin daha da açılması, sonucunu getirecek.
Bölge politikasında “çatışmalı yakın gelecek”, Türkiye’de “milli birlik ve beraberliğe her zamandan daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günleri” beraberinde getirebilir ve “homojen toplum” gereğini, iktidar mahfillerinde daha da güçlendirebilir.
“Kuzey ışığı” altındaki dinginlikte, “Güney”deki“muhtemel kaos”a ilişkin sezgisel düşünceler bunlar.
Yani, “Arap Baharı”, paradoksal biçimde “Türk Sonbaharı”na dönüşebilir.
Paylaş