Paylaş
Üç gün önce, Cumhuriyet Bayramı’nın 92. Yıldönümü’nde, bugüne dek hiç olmamış bir “şey” oldu; dünyanın dört kıtasındaki en önemli yayın organlarının genel yayın yönetmenlerinin içinde bulunduğu 50’den fazla gazeteci ve yazar, “Türkiye’de düşünce ve basın özgürlüğü”ne yönelik baskılara karşı, hem meslektaşlarıyla “dayanışma bildirisi” ve hem de Tayyip Erdoğan’a bu konuda “mektup” yayımladılar.
Erdoğan, kendisine karşı çıkan, görülmemiş bu “uluslararası medya gösterisi”ni bir yana bırakarak, seçime 24 saat kala, The Economist’in bir yazısıyla polemiğe girişti.
Şunu belirteyim: Tayyip Erdoğan’ın dünkü sözlerinin son cümlesiyle tümüyle mutabıkım!
Cumhurbaşkanı, 1 Kasım (bugün) seçimleriyle ilgili “isteği”ni ifade ederken, son cümle olarak, “Türkiye kazansın” dedi.
Tümüyle paylaşıyorum bu isteği. Evet, “Türkiye kazansın”!
Gelgelelim, bu son iki sözcüğe gelene kadar yaptığı açıklamayı onaylamak mümkün değil. The Economist’te yer alan “Köşeye Sıkışan Sultan” olarak tercüme edilebilecek “Sultan at Bay” başlığını taşıyan yazıya bozulmuş. Dün dedi ki:
“Şunu unutmayalım ülkemizin milli birliğini beraberliğini bozmaya gayret eden odaklar var. İçeride var, dışarıda var. Son dönemde dışarıdaki bazı uluslararası medya kuruluşlarının üst akıldan aldığı talimatla gerek şahsıma, gerek bazı siyasi partilere yönelik açıklamaları herhalde siz de okuyorsunuz. Bunlar manidardır. Size ne. Siz kendi ülkenizdeki seçimlerle ilgilenin. Ama Türkiye'deki seçimlerle ilgili benim ismimi zikrederek, parti ismi kullanarak 'sakın oraya vermeyin' yaklaşımı çok ciddi. Bunun siyasi ahlakla uyuşur bin yanı yoktur. Biz ülkede birliğimizi koruyacak şekilde, terör örgütlerine fırsat vermeyecek şekilde, teröre sırt dayananlara fırsat verecek şekilde inşallah bu nokta anlamlı bir oylamaya gidilir. Bu seçim istikrar ve güvenin devamına yönelik bir seçimdir. İstiyorum ki istikrar kazansın, güven kazansın, Türkiyemiz kazansın.”
Öncelikle, çok demode bir söylemle girdi açıklamasına; “Ülkemizin milli birlik ve beraberliğini bozmaya gayret eden içerde ve dışarıdaki odaklar…”
Tayyip Erdoğan’tan 6 yaş büyüğüm ve iyi hatırladığım ilk seçim olan 1954 seçimleridir. 2 Mayıs’ta yapılan o seçimde, bugünün Türkiye Cumhurbaşkanı daha iki aylık bir bebekti.. Yani, daha çevresindeki hareketleri gözleriyle izleyemeyecek kadar küçüktü.
1954’ten bu yana, en çok hatırladığım Türkçe cümle kalıplarının başında şu gelir: “Milli birlik ve beraberliğimizi bozmaya gayret eden iç ve dış odaklar...”
Eskiler, odaklar yerine “mihraklar” derlerdi. Erdoğan daha “yeni kullanımı” tercih etmiş ama zihniyet çok eski, onun doğumu kadar. Daha bile eski.
Bu “demode” giriş cümlesinin ardından The Economist’e “posta”sını koyarken, arka arkaya iki “yanlış” sıralıyor:
1) The Economist’in “üst akıldan talimat aldığını” öne sürüyor. “Üst akıl” diye genelde anlaşılan ABD. “Üst akıl” diye nitelendiği haliyle “Amerikan emperyalizmi.” Ne var ki, The Economist, Amerikan değil İngiliz haftalık dergisi. ABD’den “talimat” almaya ihtiyacı olmayacak kadar bilinen, eski ve saygın bir dergi.
Üstelik, Tayyip Erdoğan’ın bu “üst akıl” takıntısı nedeniyle yaptığı yanlışlardan bir başkası henüz pek taze. “Üst akıl adına”, HDP’nin seçim kampanyasını Obama’nın da seçim kampanyasını yapmış olan bir firma tarafından yapıldığı iddiasını ortaya atınca, Selahattin Demirtaş kendisini makaraya almış ve Obama’ya hitaben “Bak böyle bir şey varmış, hiç de söylemiyorsun, zalım” diye bir tweet yazmıştı.
2) Erdoğan, The Economist’e “Size ne. Siz kendi ülkenizdeki seçimlerle ilgilenin” öfkeyle sesleniyor ama bu çağrısı, dünyadaki aklını yitirmemiş herkes tarafından makaraya alınmaya müsait.
The Economist’e “Size ne. Siz kendi ülkenizdeki seçimlerle ilgilenin” diye seslenmenin bir yok. Kaldı ki, The Economist yazısının giriş ve sonuç bölümleri okunduğunda, o etkili ve saygın yayın organının niçin Türkiye seçimleriyle ilgilendiği kolaylıkla anlaşılabilir:
İşte giriş bölümü:
“Türkiye’nin Batı için önemini azımsamayın. Soğuk savaşta Sovyetler Birliği’ne karşı NATO’nun ön siperiydi. Daha sonrasında baskıcı ve şiddetin hüküm sürdüğü bir kaos içindeki Arap dünyasının kıyısında serpilip gelişen bir Müslüman demokrasi örneğiydi.
Ama bugünlerde Türkiye’nin bu namı lekelendi. Kürt PKK gerillalarına karşı canlandırılan savaş ortamında, ülke içinde canlı bomba eylemlerinin yaşandığı, özgür medyaya saldırıların gerçekleştirildiği, bağımsız savcı ve yargıçların bir köşeye itildikleri ve Türkiye’nin bazan İslam Devleti’nin (IŞİD) cihatçılarına yönelik olarak kaygı verici ölçüde müsamahakâr olduğunun hissedildiği bir dönemde, 1 Kasım’da bir seçim yapılıyor.
Bu durumun günahının büyük bölümü ülkenin buyurgan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sorumluluğundadır.”
The Economist, ardından bu görüşünün gerekçelerine yer veriyor. Erdoğan’ın böyle bir yazıdan hoşlanmaması ve hatta büyük öfkeye kapılması anlaşılabilir ama “Size ne” diye “posta” koymasında anlaşılması gereken bir yan yok.
Nitekim, yazının şu son bölümü, niye “ona-buna ne” gibi bir tepkinin geçerli olamayacağını açıkça anlatıyor olmalı:
“Türkiye’nin müttefikleri Erdoğan’a eleştirilerinin tonunu düşürmemelidirler. Bazı Avrupa Birliği liderleri, böyle yapabileceklerine dair kaygı verici işaretler verdiler. Avrupa’ya mülteci ve diğer göçmenlerin dalgasının önüne geçmekte yardımcı olmaya onu ikna edebilmek için öyle davrandılar. (Türk) hükümetinin anti-demokratik davranışlarına ilişkin olarak çok eleştirel olması beklenen bu yılki Avrupa Komisyonu’nun yıllık değerlendirmesinin açıklanması ve yayımlanması, sessizce ertelendi. Seçimden sonra, hangi hükümet gelirse gelsin, Türkiye’nin hem tıkanmış AB’ye katılım görüşmelerini canlandırmaya ve hem de Türk vatandaşları için Avrupa’ya vizesiz girişin sağlanmasına gayret gösterecektir. AB, bütün bu konularda ilerlemenin Türkiye’de demokratik özgürlüklerin tam olarak sağlanmasına bağlı olacağını açıkça ortaya koymalıdır.”
Bu arada, önceki gün “üst akıl”ın “en üstte” yer alan ve “en akıllı” gazetelerinden biri sayılan New York Times’da “Türkiye’nin Erdoğan’ı Seçmenleri Dinlemelidir” başlıklı bir başyazı yayımladı. Başyazının girişi, yakın geçmişe kadar Erdoğan ve partisinin başarılarını ortaya koyup övdükten sonra, işlerin tersine döndüğüne ve çok kötü yönde geliştiğine işaret ediyordu.
Dahası, “Erdoğan, Türkiye’ye yerleşen güvenliksizlik ikliminin çok büyük bölümünden bizzat sorumludur” cümlesiyle “kötü gidişat”ın “sorumlu”suna dair bir de tespitte bulunuyordu. Yazının son paragrafı ise şöyleydi:
“Erdoğan’ın seçmenleri korkutmak yönünde sarfettiği bütün çabalara rağmen, son anketler Pazar günü yapılacak seçimlerin Haziran sonuçlarını büyük ölçüde değiştirmeyeceğini gösteriyor. Bu noktada, emperyal başkanlık rüyalarını terketmesi ve AKP’yi bir koalisyon hükümeti kurulması için serbest bırakması için Erdoğan’a sıkı tavsiyede bulunulması gerekiyor. Bu kendi başına seçeceği bir yol olarak gözükmüyor, ama ABD ve Avrupa’daki müttefiklerinden birinin kendisini kuvvetle iteceği yön bu olmalı.”
Tabii “seçim sonuçları” buna imkân tanıyabilecek şekilde olursa...
Kim kazanırsa olabilir?
Öncelikle Türkiye kazanırsa olabilir. Yani, ne olursa olsun...
Türkiye kazansın!
Paylaş