Öldürülüyorlar. Onların ölümleriyle birlikte, Türkiye, bir kuşağı, belki de birkaç kuşağı birden kaybediyor.
Bu gelişmenin “siyasi-askeri getirisi”nin olduğu çok şüpheli. Tam tersine, “devlet” açısından bir “başarısızlığı” ifade ediyor.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2014 yılı Aralık ayı itibarı ile Türkiye’nin 78 milyona yaklaşan nüfusunun yüzde 29,4’ü 0-17 yaş arasındaki çocuklardan oluşuyor. Özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Güneydoğu Anadolu bölgesinde ise çocuk oranı yüzde 50’ler düzeyinde, yani her iki kişiden biri çocuk.
Bu bilgileri ,kendisi eski bir asker, Türkiye’nin son dönemde en dikkate değer “güvenlik uzmanı”nın Metin Gürcan’ın Al Monitor’da 21 Aralık’ta yayımlanmış olan “Ankara’nın ‘çocuk terörist’ çıkmazı” başlıklı yazısında aktarıyor.
Tarihi opera binasının yanı başındaki meydan olduğu için, eski adıyla Opernplatz. Nazi döneminin utanç verici olaylarından biri, “kitap yakma” orada gerçekleşmiştir.
10 Mayıs 1933’te 25 bine yakın kitap, bugün Bebelplatz adını taşıyan, İmparatorluk başkentinin ana caddesi sayılan Unter den Linden’in yanı başındaki meydanda yakılmıştı.
Eserleri yakılanlar arasında Türk okurunun tanıdığı isimler arasında Walter Benjamin, Bertolt Brecht, Alfred Döblin, Albert Einstein, Friedrich Engels, Heinrich Heine, Franz Kafka, Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Thomas Mann, Karl Marx, Erich Maria Remarque, Anna Seghers, Kurt Tucholsky, Stefan Zweig gibileri vardı.
Almanca yazmış olan bu isimlerin yanı sıra, eserleri Almanca’ya çevrilmiş olan Victor Hugo, André Gide, Romain Rolland gibi Fransızlar; Ernest Hemingway, Upton Sinclair, Jack London, John Dos Passos gibi Amerikalılar; Joseph Conrad, D.H.Lawrence, H.G.Wells, Aldous Huxley gibi İngilizler; James Joyce gibi İrlandalılar ve Fyodor Dostoyevski, Maxim Gorki, Vladimir Nabokov, Leo Tolstoy, vb. gibi Rus yazarların kitapları da Bebelplatz’da, 10 Mayıs 1933’te alev aldılar.
Yüzü pek görülmüyordu. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, dün, Diyarbakır’da DBP ve DHK yöneticileriyle birlikte ortak basın toplantısında konuştu. “Hükümetin bir iç savaş görüntüsünün çok ötesine giden bu işgal tutumuna...” sözcüklerini kullanması dikkatimi çekti.
Son iki gündür Cizre ve Silopi’de yaşananlar, Nusaybin’de Dargeçit’te (Kerboran) benzeri durumlar, Diyarbakır’ın merkezi Sur’da, ayrıca Silvan’da, Yüksekova’da (Gever), Lice’de, daha birçok yerleşim merkezinde yaşanmış olanlar ve muhtemelen yaşanacaklara bakılırsa, “Kürt-yoğun” yerlerde “Türkiye’nin Suriyeleşmesi”nin söz konusu olduğu düşünülebilir.
Bir dönem “Lübnanlaşma” ve şimdilerde “Suriyeleşme” kavramları ile yapılan analojiler “iç savaş tehlikesi”ne ve “parçalanma”ya işaret ediyorlar.
Demirtaş’ın seçtiği sözcüklere önem vermeli, üzerinde durmalıyız.
Ardı ardına gelen “sokağa çıkma yasakları”, “şehir kuşatmaları”, “mahallelerine kurulmuş barikatlar, kazılan hendekler”le ülkemizin bir bölümü fiilen “savaş alanı”na dönmüş durumda.
Asker ve polis kaynıyor ve halk, evini barkını terkediyor, bir nevi “savaş alanı”nı boşaltıyor.
Bu arada, Musul’dan askerler çekildi mi?
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “çekilmeyecek” diye kestirip attıktan 48 saat sonra çekilebileceğini kimse aklına getiremezdi.
Şehrin simgesi sayılan, 700 yıllık St. Stephen Katedrali’nin, Almanca original ismiyle Stephansdom’un az ötesinde soluk ışıkların aydınlattığı bir sokaktan hafif eğimli bir tepeye tırmandığımda görüyorum Juden Gasse yazısını.
Juden Gasse yani Yahudi Sokağı. Viyana’nın Yahudi mahallesinin giriş noktası. Katolikliğin merkez kilisesine neredeyse bir taş atımlık uzaklıkta yani yakınlıkta.
Belki de bir yönüyle “aldatıcı” bir “Batı çok-kültürlüğü”nün canlı kanıtları gibi duruyorlar Viyana’nın ortasında. Juden Gasse’nin soluk ışıklarında yürürken bu sokağın bir zamanların kimlerin mekanı olmuş olduğunu aklımdan geçiriyorum. Bu sokağı ve çevresini, Sigmund Freud’un adımları arşınlamıştı. Ve diğer Avusturyalı ve Viyanalı büyük Yahudi müzik adamları ve düşünce adamları…
Aradan çok zaman geçmeden, “tutuklandıkları haberi” geldi.
Zaten, “isnad edilen suç”tan ötürü, öyle olacağı tahmin ediliyormuş.
Mahkeminin vereceği “karar”, bu nedenle “umutsuzca” bekleniyordu...
Can Dündar’ın ve Erdem Gül’ün, “devlet sırlarını açıklamak”, “casusluk”, “terör örgütü üyeliği” gibi suç isnadı, bu insanların üzerinde oturmayacak cinsten, ipe sapa gelmez bir iddia.
Türkiye’nin, , Başika’ya gönderilen –ve şimdilik “dondurulduğu” söylenen takviye ile Irak topraklarındaki askerlerinin sayısı 3000. Başika dışındaki askerlerin tümü Kürdistan bölgesinde. Bu rakam ile, Türkiye İran ve ABD’nin ardından, Irak topraklarında “Iraklı olmayan” asker barındıran üçüncü ülke.
İran ve ABD askeri varsa, bizim niye olmasın, üstelik “Musul Vilayeti” isteğimiz dışında bizden kopartılana dek Irak bizim toprağımızdı; dolayısıyla bizim de bugünkü şartlarda orada askerimizin bulunması anlaşılır bir şeydir diye düşünenler olabilir. Var da zaten. Ama, Türkiye’nin Irak topraklarındaki askeri varlığı ile diğer iki ülkeninki arasında temel bir fark da var.
İran ve ABD askerleri, Irak topraklarında, BM üyesi Irak’ın meşru merkezi hükümeti olan Bağdat hükümetinin “onayı” ile bulunuyorlar. Türkiye’nin askeri varlığının da, “Irak Savunma Bakanı ile yapılmış ‘askeri eğitim anlaşması’ gereği” olduğu ileri sürülmekle birlikte, gerek Irak Cumhurbaşkanı Fuad Masum (Kürt-KYB mensubu) ve gerekse Irak Başbakanı Haydar el-Abadi, Türk askeri varlığının “Irak’ın egemenlik haklarının ihlali” olduğunu bildirerek, Irak Savunma Bakanı ile öyle bir anlaşma sağlanmış olsa da, bunu aşacak bir “siyasi tavır” ortaya koydular.
Kaldı ki, Başika’daki “geçici eğitim kampı”nın Feridun Sinirlioğlu’nun Kasım ayında Erbil’e yaptığı ziyaretten sonra, “sürekli askeri üs”e dönüştürüldüğü ve Siirt Üçüncü Komando Tugayı’ndan 400 kişilik bir tabur ile 25 M-60 A 3 tankının, o gelişme üzerinden Başika’ya kaydırıldığı iddialarını basından izlemek mümkün.
Lavrov, “Çavuşoğlu’nun görüşme talebi”ni reddetmeyecekmiş. Bu arada, Rusya’nın etkili gazetelerinden Kommersant’ın Putin’e hem yakınlığı ve hem de eleştirisini esirgememesiyle tanınan muhabiri Andrei Kolsenikov, “Türk Cumhurbaşkanı Paris’te Putin’i nasıl aradı?” başlıklı manşet haberinde, “Erdoğan’ın konferans salonundan sık sık çıkıp koridorlarda Putin’le karşılaşma umuduyla dolaştığı”nı ileri sürdü.
Bu iddia doğru mu değil mi bilinmez ama Türkiye’nin Rusya ile durumu toparlamak istediği, Rus uçağının düşürülmesinden sonra gelişmelerin Türkiye’nin istemeyeceği ve Türkiye’ye zarar verecek noktaya sürüklendiği de ortada.
Geçenlerde birisinden duydum, şöyle bir Rus özdeyişi varmış: “Ayıyı dansa kaldırırsan, dans, sen vazgeçtiğin vakit değil, ayı vazgeçtiğinde sona erer!”
Rus savaş uçağının düşürülmesini, Rusya’nın simgelerinden biri olarak kabul edilen “ayı”nın “dansa kaldırılması”na benzetmişti.