Paylaş
Seçim gününün gece yarısıydı. İstanbul’un orta yerinde Murat Belge’yi taksiye binerken gördüm. Görüşmeyeli epey bir zaman olmuştu. Seslendim. Döndü. Kollarını açarak bana doğru ilerledi. Sarıldık. Kulağına eğildim, “Hayatımın en mutlu gecelerimden biri bu” dedim. İki adım geri adım attı, kollarını daha da açtı, “Benim için birincisi” dedi.
Selahattin Demirtaş, kısa süre önce konuşmuş; “Başkanlık tartışması şu saat itibarıyla sona ermiştir. Diktatörlük tartışması son bulmuştur. Türkiye, felâketin eşiğinden dönmüştür” demişti.
Demirtaş’ı İMÇ televizyonunda seçim gecesi yayınında ekran karşısında iken yayına ara verildiği sırada dinlemiştim. Kulağımda o sözler, bir İstanbul gece yarısında beni şehrin orta yerine bırakan arabadan iner inmez, Murat Belge ile karşılaşmıştım.
İkimiz de uzun birer siyasi geçmişe sahipiz. Bu ülkede çok şeyler yaşadık, gördük geçirdik. Birimiz yetmiş yaşının biraz üzerinde, diğeri hayli yakınında. Gerek Murat Belge, gerekse ben, AKP’ye karşı kuruluşundan başlayarak, 2002, 2007 ve hatta 2011 seçimlerinde, bırakın olumsuz bir tavır almayı, demokrasi ve reform yolunda yol aldığı dönemlerde destek vermiş isimleriz.
Yani, “yeminli AKP düşmanları” arasında sayılmamız söz konusu olamayacağı gibi, demokrasi yolunda yürüdüğü vakit Erdoğan iktidarına destek verdiğimiz günlerin hesabını sormaktan vazgeçmeyenler var.
AKP, bizler gibi insanların arasında 7 Haziran gecesi böyle bir “diyalog”un niçin geçmiş olduğunu anlayamadığı, anlamaya çalışmadığı takdirde yol alamaz. Türkiye’nin geleceğinden silinip gideceği günleri saymaya başlar.
Seçimin ertesi günü yani önceki gün bir BM yetkilisiyle konuşuyordum. Gezi olaylarının kısa süre öncesinden itibaren Türkiye’yi gün gün izleyen ve Türkiye ile ilgili olarak BM Genel Sekreteri’ne düzenli rapor sunan bir yetkili. “Siz” diye sordu bana, “7 Haziran’ı Tayyip Erdoğan’ın sonu olarak mı görüyorsunuz?”
Yazılarımı sürekli izleyen birisi, söz konusu BM yetkilisi. O sorusunu daha önceki yazdıklarımı okumuş, düşüncelerimden haberdar olan bir insan olarak sordu.
“Sonunun başlangıcı denebilir” diye karşılık verdim; “Aslında, ilerde tarih yazıldığında ‘sonun başlangıcı’ olarak farklı tarihler üzerinde durulabilir. Örneğin, Gezi olayları ve ona karşı takındığı tavır, belki de, Erdoğan’ın ‘sonunun başlangıcı’ olarak değerlendirilebilir. Ama, 7 Haziran’ın “Sonun Başlangıcı’ yazılı bir mühür olduğu kesin...”
Cumhuriyet’te Kültür-Sanat sayfasında Mine Söğüt’ün dünkü yazı başlığı “Güle Güle Padişah” idi. Aramızda en az bir kuşaklık yaş farkı var. İlk satırları:
“Hayatımıza isteksizliğimizin ve umursamazlığımızın açık bıraktığı küçücük bir kapıdan girdin. Şimdi ölçüsüz iştahınla kendine açtığın koca bir kara delikten çıkıp gitmek üzeresin...”
Ve, yazının son bölümünden:
“... Artık senin hiçbir şansın yok. Maalesef ağır bir vasıta gibi, çıktığın vitesle ineceğin bir yolun başındasın. Güle güle git padişah; yolun bir daha hiç açılmasın.”
Tayyip Erdoğan, Gezi’yi anlaması gerektiği gibi anlamadı. Anlamayı reddetti. Gezi ile birlikte zulüm ve zorbalık yolunu seçti. Gezi’yi ezdi. Oysa, “ruh bedenden ayrıldığı vakit, ruhun yok olmayacağını” bilmesi gerekirdi.
7 Haziran’da HDP’nin zaferi, onun yenilgisi, bir yönüyle “Gezi Ruhu”nun gelip onu vurmasıdır. Yukarıdaki satırlar, “Gezi Ruhu”nun 7 Haziran değerlendirmesi olarak da okunabilir.
AKP, 7 Haziran sonuçlarında tüm toplumu ve ülkeyi kuşak farklarını silerek yatay kesen “ortak ruh hali”nin nedenini anlamazsa, yüzde 40’ düşmüş oy oranının, Türkiye’nin yeniden doğmaya başlayan “demokrasi güneşi”nin altındaki kar gibi hızla eriyip gideceğini görecektir.
Demokrasi çizgisinde kaldığı dönemde yıllarca AKP’yi desteklemiş isimlerden biri, Prof. İhsan Dağı, Diken’de “AK Parti ancak faşist hayalinden vazgeçerse normal bir partiye dönüşebilir” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
“AK Parti tek başına iktidarı kaybetti. ‘Yeni Türkiye’ adını verdikleri faşist bir ‘parti devleti’ kurma hayalleri de suya düştü. Türkiye uçurumun kenarından döndü. Muhaliflerin canına, malına, özgürlüğüne ve onuruna yönelik İslami referanslarla meşrulaştırılmaya çalışılan otoriter ‘tek adam rejimi’ veya ‘kurumsallaştırılmış parti devleti’ girişimi durduruldu. Bunu mümkün kılan tüm partileri, kesimleri, bireyleri tebrik etmek gerek; Türkler, Kürtler, Aleviler, dindarlar, milliyetçiler, demokratlar, liberaller Türkiye’nin Erdoğan ve AK Parti’den ‘bir’den büyük olduğunu, çok olduğunu gösterdiler” diye yazdı.
Ve, şöyle devam etti:
“Umarım AK Parti’liler bu yeni dönemi anlar. Bu ülke, ‘muhafazakar kisvesine bürünmüş İslamcılar’ın hamur gibi yoğurup kafalarına göre şekil verebilecekleri bir ülke değil... İslamcıların muhalefetteyken geliştirdikleri demokrasi, özgürlük ve hukuk dilini terk ederek ‘zorba ve Jakoben bir devlet’e yöneldikleri unutulmayacak... AK Parti iç eleştiriden kaçtı. Eleştiren, farklı şeyler söyleyenleri hain, düşman, ajan ilan etti. Rasyonalite yerini ‘komplo teorileri’ne bıraktı...
Bu sonuç, AK Parti’nin bir ‘muhasebe’ yapması için fırsat olabilir. Partinin söylemleri, politikaları, liderliği, parti üzerinde bir yüke dönüşen Erdoğan’la ilişkileri, tabanı, paydaşları vs. üzerinde yeniden düşünmeye başlayabilirler. Ama bu düşük bir ihtimal. AK Parti Gezi’den beri ‘rasyonel bir aktör’ olma özelliğini kaybetti...
AK Parti devletine ve liderine muhtaç İslamcıların mevcut durumda eleştirel ve rasyonel kurucu bir rol almaları imkansız.. AK Parti hala Türkiye’nin önemli bir siyasi gücü, ama artık ‘güç tekeli’ni, seçimle gelip kalıcı bir rejim değişikliği yapma hayalini kaybetti. Bu gerçekle yüzleşirlerse... ‘normal’ bir siyasi partiye dönüşebilirler.”
Ahmet Davutoğlu’nun, seçim gecesi, yüzlerinde taş gibi ifadeleriyle, yenilginin farkında gözleri sıkıntı içinde yere bakan “eski parti büyükleri”nin önünde bir “ilkokul müsameresi”ne şiir okumaya çıkarılmış “torpilli çocuk öğrenci” gibi yaptığı “balkon konuşması” görüntüsüyle AKP, kendisi ve Türkiye için gerekli “iç muhasebe” yapmaya da “gerçekle yüzleşme”ye hazır olduğuna dair bir izlenim vermiyor.
Birinin, “vurgun yemiş” AKP’lilerin elini tutması, şaşkın bir genel başkanın altından onları almaya, “Reis”in onları sürüklediği “çukur”dan çıkarmaya çalışması gerekebilir.
AKP’nin “bir numaralı kurucusu” Abdullah Gül’ün “elini taşın altına sokması” ve kendisinden kaçırılmış partisine sahip çıkma zamanı artık gelmeli.
7 Haziran’ın en önemli sonuçlarından biri de şu:
Türkiye, 7 Haziran’la birlikte, tüm demokratik denetim mekanizmaları, mutasavver bir “Tek Adam-Tek Parti” rejimine göre uyarlanarak iğdiş edilmiş olan “devlet” adlı aygıtın “tamiri” dönemine adım attı.
AKP dahil, tüm partiler, Türkiye’nin önündeki acil ve devasa görevin, Tayyip Erdoğan ve etrafında toplanmış “Bremen mızıkacıları”nın tahrip ettiği toplumsal dokunun ve “devlet”in “restorasyonu” olduğunu görmek durumundalar.
7 Haziran’da Türkiye, “faşizme gidiş”e “dur” dedi. Bundan sonrası, her yönüyle “Türkiye’nin restorasyonu” dönemi...
Paylaş