Paylaş
İki ülke arasında yürütülen pazarlıklar, 25 Temmuz’daki duruşmadan Brunson’a tahliye yerine ev hapsi kararı çıkınca çökmüştü. Bundan sonraki süreçte gerçekleşen tüm resmi temaslarda ABD tarafı ‘Artık pazarlık da yok, takas da. Önce Brunson’ı bırakın, sizin taleplerinizi sonra konuşuruz’ diyordu. Zira Başkan Trump, Erdoğan’ın ricası üzerine o sırada İsrail’de gözaltında olan Ebru Özkan’ın serbest bırakılması için Netenyahu’yu aramış ancak karşılığında beklediği Brunson jesti gelmeyince de küplere binmişti. Başkan çok sinirliydi ve masasında duran Türkiye’ye yönelik yaptırımları imzalamasın diye kendisini zor tutuyorlardı.
Amerikalı yetkililerin o dönem görüştükleri Türk muhataplarına anlattıkları bu hikaye gerçekti. Ancak başka bir gerçek daha vardı; resmi görüşmelerde Türkiye’ye adeta ültimatom verilirken Trump arka kapılardan Beştepe’ye güven telkin etmeye dönük bazı mesajlar da yolluyordu.
Türkiye’nin Brunson’ın serbest bırakılması noktasına gelmesi epey zaman aldı. Nitekim arada Trump, önce iki bakana yönelik Magnitsky yaptırımlarını açıkladı, sonra da Türk çelik ve alüminyumuna gümrük vergisi iki katına çıkarttı.
Brunson’ın 12 Ekim günkü duruşmada serbest bırakılarak Türkiye’yi terk etmesiyle birlikte ise beklenen oldu. Brunson’ın tutukluğunun Türk-Amerikan ilişkilerine taktığı geçici prangalar kırılmaya başlandı. Cemal Kaşıkçı cinayeti de iki ülke yetkilileri arasında zaten yeniden başlaması beklenen üst düzey görüşme trafiğini hızlandırdı.
Temmuz başındaki NATO zirvesinden sonra yaklaşık 3.5 ay boyunca BM Genel Kurulu’ndaki iki dakikalık karşılaşmaları dışında herhangi bir temasları olmayan Erdoğan ve Trump son 20 gün içinde iki kez telefonda konuştu. Hem de bu görüşmelerin ikisi de son derece olumlu geçti. Hatta buzları eriten 21 Ekim görüşmesinde Trump’ın Erdoğan’a ‘Bu aralar burada da televizyonlar devamlı seni gösteriyor, ne kadar da yakışıklısın’ türünden iltifatlar ettiği kulağıma gelenler arasında.
İki lider düzeyindeki ilişkide normalleşme başlayınca, gerisi hızlı geldi. ABD Başkanı Trump, Brunson krizinin en sıcak günlerinde arka kapılardan gönderdiği mesajlarda dediği gibi Türkiye’ye bir dizi jest yapılması için düğmeye bastı.
Zaten uzun süredir hazırlığı devam eden Menbiç’te Türk-Amerikan askerlerinin ortak devriyesi 1 Kasım’da başladı. 2 Kasım’da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül yaptırım listesinden çıkartıldı. Bu iki adım atılırken Türk Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal, Brunson krizi sonrasındaki ilk kapsamlı görüşmeler için Washington’daydı.
Büyükelçi Sedat Önal ile yapılan görüşmelerde Trump yönetiminin Türkiye’ye yeni bir Patriot teklifi vermeye hazırlandığı yönünde mesajlar verilecekti.
Trump’ın jestleri, Türkiye’nin 5 Kasım’da açıklanan İran’dan ham petrol alımına yönelik ambargo paketinden muaf tutulan sekiz ülke arasına alınmasıyla devam etti. En son olarak da ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Muavini Matthew Palmer’ın ilk Ankara ziyareti sırasında PKK’nın lider kadrosundan Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan’ın başına toplum 12 milyon dolar ödül konduğu açıklandı.
Kağıt üzerinde belki şık duruyor ancak ABD’nin PKK’nın Suriye kolu YPG ile Suriye’deki ortaklığı devam ettiği sürece ABD’nin PKK lider kadrosunun başına ödül konulmasının hakiki bir anlamı da, sonuca da olmaz. Bu ödül açıklaması biraz Ankara’yı Fırat’ın doğusuna yönelik kapsamlı bir saldırıdan vazgeçirmeye dönük bir manevra gibi duruyor. Zira ABD Dışişleri Sözcü Yardımcısı Robert Palladino’nun kısa bir açıklaması dışında kamuoyuna pek fazla yansımadı ama Türkiye’nin YPG mevzilerini vurmaya başlaması Washington’da geçen hafta ciddi bir teyakkuza neden oldu.
DEAŞ’la savaş bitse de İran’ın Suriye’deki varlığı sürdükçe ABD’nin YPG’nin omurgası üzerine oturan Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) bağımlılığı sürecektir. Dolayısıyla da Ankara ile Washington arasındaki bu sıkıntı bir iki jestle atlatabilecek gibi durmuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu aralar ABD Başkanı Trump’tan beklediği asıl jest ise Halkbank konusunda. New York’ta Zarrab davası olarak başlayan ve Atilla davası olarak nihayetlenen İran yaptırımlarını delme davasının bir sonucu olarak ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı Yabancı Varlıkların Kontrol Ofisi’nin (OFAC) Halkbank’a kesmeye hazırlandığı ceza başından beri Brunson pazarlıklarının gölge unsuru oldu. Nitekim 12 Ekim’deki duruşma öncesinde Trump yönetiminin bu cezayı aynı Mehmet Hakan Atilla’ya verilen ceza gibi en alt sınırda tutulabileceği anlaşılmıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta Trump’la yaptığı görüşmede Halkbank konusundaki soruşturmanın düşürülmesini istediği anlaşılıyor. Erdoğan hafta boyunca yaptığı açıklamalarda Trump’ın konuyla ilgili bakanlara talimat verdiğini ve görüşmelerin olumlu yönde devam ettiğini söyledi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bahsettiği olumlu gelişmelerin hangi soruşturmayla ilgili olduğu ise henüz bilmiyoruz. Zira yukarda bahsettiğim OFAC soruşturması dışında Halkbank aleyhinde devam eden ikinci bir soruşturma da Zarrab ve Atilla’yı tutuklayan New York Güney Bölgesi Başsavcılığı’nda (SDNY) devam ediyor. Washington’da son haftalarda konuşulan Halkbank aleyhindeki iddianamenin hazır olduğu ve çok yakında kamuoyuna açıklanacağı.
Trump, Hazine Bakanlığı altındaki bir birimin keseceği ceza konusunda elbette son sözü söyleyebilir. Ancak eğer SDNY’deki ikinci soruşturmanın düşürülmesi için devreye gireceği yönünde bir mesaj verdiyse bu yılın haberi!
Çünkü bu Başkan Trump’ın kişisel avukatı Michael Cohen’i yargılayan mahkemede açılacak muhtemel bir davanın seyri için hukuki sürece müdahil olma taahhüdü verdiği anlamına gelir. Hele de üç gün önceki Kongre seçimlerinin ardından Demokratların Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğu ele geçirdiği bu yeni dönemde Trump’ın SDNY’deki dosyanın kapatılması için kişisel bir risk alması çok akla yatkın görünmüyor. Ama sonuçta karşımızdaki Trump!
Umalım ki Halkbank konusu Ankara-Washington hattında yeni bir yanlış anlama/anlaşılma krizine dönüşmesin.
Paylaş