Washington’da kapalı kapılar ardında yapılan toplantılardan sızan bilgiler, ABD’nin uzunca bir süre daha Suriye’den çıkma niyeti olmadığını ortaya koyuyor. Zaten Rusya ve İran’ın Suriye'deki etkinliklerini giderek arttırdıkları bir dönemde ABD’nin sahayı terk etmesini beklemek saflık olurdu.
ABD’nin bir anda çekilmesinin Ankara tarafından tercih edilen bir durum olmadığını biliyoruz. Ancak öte yandan ABD’nin Suriye’de kalması Türkiye-ABD ilişkilerinin PKK’nın Suriye’deki izdüşümü olan PYD/YPG üzerinden tanımlanmaya devam edeceği anlamına da geliyor. Zira ABD’nin Suriye’de rahat hareket edebilmesinin tek teminatı YPG komutasındaki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrol ettiği alanlardaki otoritesinin sürmesi.
Tam da bu yüzden Trump yönetimi, aynı 2017’de olduğu gibi siyasi geçiş süreci tartışmalarıyla geçecek olan 2018’de de SDG’nin arkasında kapı gibi durmaya devam edecek.
SDG’nin arkasında durmak demek kaçınılmaz olarak PYD/YPG’nin siyasi taleplerinin Suriye’nin geleceğine ilişkin pazarlıklarda gündeme gelmesine yardımcı olmak anlamına da geliyor. Washington’dan hafta boyunca yapılan açıklamalarda birleşik Suriye konusundaki kararlığın sürdüğü vurgulansa da duyduğum perde gerisinde ABD Dışişleri’nde ‘Suriye’de federasyon modeli hangi koşullara işler’ temalı zihin egzersizleri yapılıyor.
Ankara açısından daha vahim olan ise bu tartışmalar yapılırken Türk hükümetinin temsilcilerinin artık masada dahi olmaması. Bu hafta içinde ABD Dışişleri Bakanlığı’nda ‘küçük grup’ diye anılan formatta Suriye toplantıları yapıldı. Masadaki ülkeler ABD, İngiltere, Fransa, Ürdün ve Mısır’dı. Washington’daki toplantı aslında asıl 23 Ocak’ta Paris’te yapılacak olan dışişleri bakanları düzeyindeki Suriye konulu ‘küçük grup’ toplantısının hazırlığı. Edindiğim bilgiye göre Paris toplantısı ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın insiyatifi. Paris’teki toplantıya katılacak ülkeler Fransa, İngiltere, Ürdün’ün yanı sıra Trump’ın Ortadoğu’daki iki gözbebeği Suudi Arabistan ve Mısır.
Tillerson masada Türkiye’yi istemediği gibi Ankara’nın bilgilendirilmesi konusunda topu Fransızlara atmış. Dahası, bu toplantının olacağı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransız mevkidaşı Macron’la bir hafta önce Elysee’de yaptığı görüşme sırasında belliymiş. Ancak kaşlar çatılmasın diye Fransız tarafı bildirimi ileri bir tarihe bırakmış.
Amerika Türkiye’yi masada istemiyor çünkü küçük grup toplantılarında öne sürdüğü iki argüman da Ankara’nın tezleriyle tamamen çelişir nitelikte. Birincisi Suriye muhalefetindeki grupların ‘geçici bir yönetim’ kurulması yönündeki ısrarından vazgeçmeye ikna edilmeleri. İkincisi de geçiş sürecine ABD’nin ortağı olan SDG’nin de dahil edilmesini kabul edilebilir hale getirecek bir formül bulunması. ABD’nin bu görüşlerini ‘non-paper’ olarak yazılı hale getirdiği belirtiliyor. Non-paper diplomaside resmi olmayan belgeler için kullanılan bir tanım. Resmi olmasa da ABD’nin bunları yazıya dökecek noktaya gelmiş olması önemli. Hem non-paper’da hem de sözlü tartışmalar sırasında Amerikalı yetkililerin YPG’lilerin Rojava’sından ‘Kuzeydoğu Suriye’ olarak bahsediyor olması daha önemli.
ABD ‘Kuzeydoğu Suriye’ diye kodladığı bölgede kendisini o kadar rahat hissediyor ki iç savaş başladığından beri ilk kez sivil Amerikalıların çeşitli projeler için ülkeye gidişine yeşil ışık yakılmış. Haseke bölgesinde yeniden yapılandırma projelerine destek verecek Amerikan şirketi ve sivil toplum kuruluşu arayışı başlamış.
ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’de YPG’ye ağır silah gönderilmesine onay verdiği mayıs ayından bu yana dozu giderek yükselen bir gerilimin esaretinde seyreden Türk-Amerikan ilişkileri seneyi sürpriz bir açılımla kapatıyor. ABD, dün 8 Ekim’de askıya aldığı Türkiye’deki vize hizmetlerine kısıtlamasız geri dönme kararını açıkladı. Washington yönetiminin vize hizmetlerini askıya alma kararını tetikleyen ABD İstanbul Başkonsolosluğu yerel personeli Metin Topuz’un tutukluğu sürüyor. ABD Adana Başkonsolosluğu’ndan Hamza Uluçay da hala tutuklu, Pastör Andrew Brunson da. Amerikan tarafı şu an için ufukta yeni tutuklamaların görünmediğine ve kendi personelini ilgilendiren olası yeni soruşturmalarda baştan sağlıklı bilgi akışı sağlanacağına dair Ankara’dan verilen güvencelerle yola devam etmeyi tercih etti.
Belli ki Türkiye’de Amerikan karşıtlığının tavan yaptığı böylesi bir dönemde vizelerin uzun bir dönem daha karşılıklı olarak kısıtlamalara tabi tutulmasının akıllara zarar bir hasar yaratacağı fark edilmiş. Zira ABD yönetiminin Türk hükümetine tepki olarak daha ziyade Türk vatandaşlarını vuran vize hizmetlerini askıya alma kararı da, Topuz’a ilişkin sürecin Türkiye’de medya üzerinden yönetilmesi de yangına benzin dökmekten başka işe yaramadı.
Zararın neresinden dönülse iyidir elbette de kendimizi kandırmayalım. Kronik ve yapısal hale gelen krizlerin Türk-Amerikan ilişkilerinin ‘stratejik ortaklık’ boyutunu tehdit eder hale geldiği büyük resimde vize parantezinden kurtulmak havayı azıcık temizler o kadar. Washington’ın iki ülke arasındaki krizlerin en küçük ve en kolay çözülebilir olanını denklemden çıkartması yeni yılda patlaması muhtemel daha derin krizler öncesinde bir mıntıka temizliğinden başka şey değil.
Türk-Amerikan ilişkileri 2018’e iki zorlu virajın eşiğinde giriyor.
Rusya’dan 2.5 milyar dolar karşılığında alınan S-400’lerin Amerika’da Ankara’ya yönelik yaptırımlar dönemi için başlangıç vuruşu olarak kullanılma ihtimali kuvvetli. İkinci olarak ise, New York’ta karar aşamasına gelen Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın yargılandığı İran yaptırımlarını delme davası sonucunda Halkbank’a ceza çıkması ve Ankara’nın cezayı ödememe yoluna gitmesi durumunda Türk ekonomisinin genelini etkileyecek yaptırımlar gündeme gelebilir.
Halkbank’ın kaderi İran asıllı Türk Reza Zarrab’ın baş sanıkken tanık olması üzerine jürinin 2018’in ilk günlerinde Hakan Atilla için vereceği karara bağlı. Ankara’da Atilla’nın ceza almayacağına yönelik bir iyimserlik rüzgarı estiği anlaşılıyor. Ancak altı ayrı suçtan 95 yıl ile yargılanan Atilla’nın cezasında hatırı sayılır bir indirim yapılsa, hatta beraat etse dahi bu savcılığın Halkbank aleyhine yeni bir iddianame hazırlamayacağı anlamına gelmiyor. Dolayısıyla da tüm bu sürecin ABD’deki yaptırım rejimini yöneten Hazine Bakanlığı’ndaki karşılığının ne şekilde olacağını kestirmek güç.
Türkiye’nin Washington’ın yaptırım listesindeki Rusya devlet savunma sanayii şirketi Rostec’in ürettiği S-400’leri satın almasının ABD Kongresi’nde nasıl karşılık bulacağını anlamak içinse son beş ayda yaşanan gelişmeleri hatırlamak yeterli. Trump tüm isteksizliğine rağmen 1 Ağustos’ta Kongre’nin Rusya’nın 2016 başkanlık seçimlerine müdahale ettiği gerekçesiyle çıkarttığı yaptırımları onaylamak durumunda kalmıştı. Kongrenin talebi üzerine 60 gün içinde yaptırım uygulanacak Rus şirketlerinin listesini hazırlamakla görevlendirilen ABD Dışişleri 26 Ekim’de o listeyi yayınladı. 39 Rus savunma ve istihbarat teknolojisi şirketinin bulunduğu listeye hem S-400’lerin üreticisi Rostec, hem de ihracatçısı Rosoboronexport girdi.
Amerikalı şirketlerin 2017’de kara listeye giren Rus şirketlerle büyük boyutta iş yapması yasak. Yaptırımların ocak ayının sonuna doğru yürürlüğe girmesi muhtemel. ABD Kongresi’nde son dönemde hakim olan Türkiye karşıtı hava malum. İç politikaya dair pek çok konuda büyük bir kutuplaşma yaşayan kongrenin uç noktalardaki isimlerini birleştiren az sayıda konunun başında Türkiye geliyor. Türkiye’de tutuklu Amerikalılar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Mayıs’taki Washington ziyareti sırasında Türk korumaların protestoculara karşı şiddet kullanması kongrede daha önce eşi görülmemiş bir Türkiye karşıtlığına neden olmuş durumda. Bu ortamda S-400 alımına başta Türk savunma sanayiini kapsayacak şekilde bir takım ekonomik yaptırımlarla yanıt verme eğilimi hızla aksiyona dökülebilir.
Trump’ın bugün ilan etmesi beklenen kararı, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Flynn’in Rusya’nın 2016 seçimlerine müdahalesini araştıran özel savcı Mueller’le işbirliği kararı almasının ardından dev bir gündem değiştirme hamlesi olarak gördüğü şüphesiz. Ancak Ortadoğu’yu yangın yerine çevirme potansiyeli taşıyan Trump’ın bu seçim vaadinin, İsrail ile ilişkilerini henüz kısa bir süre önce toparlayan Ankara’yı zor kararların eşiğine sürükleyeceği aşikar.
Ancak Ankara’nın asıl zor kararı New York’ta bir haftadır Reza Zarrab’ın tanıklık yaptığı davanın sonuçlarına verilecek diplomatik yanıt olacak. Olası senaryolar üzerinde çalışan Türkiye’nin hukuk ekibinin, ambargo mevzuatının Obama’nın son döneminde 2015’teki nükleer anlaşmanın ardından hafifletilmiş olmasının olası bir cezanın reddi için çıkış yolu olup olamayacağına baktığı konuşuluyor. Yargı kararlarının suçun işlendiği tarihteki mevzuat üzerinden alındığı ortadayken bu arayışla nereye varılmak istendiği bir muamma.
Ankara’da savunma hattının Halkbank’a olası cezayı New York’taki mahkemenin değil ABD Hazine Bakanlığı Yabancı Varlıkları Kontrol Ofisi’nin (OFAC) keseceğinden hareketle ‘yürütmenin bir organı hukuki bağlayıcılığı olan bir karar empoze edemez’ argümanı üzerine kurulabileceğini savunan bir görüş olduğu da kulis bilgileri arasında. Ancak bu argüman da havada kalabilir zira savcılık Atilla davasının sonunda Halkbank aleyhinde yeni bir iddianame hazırlayabilir.
Halkbank Gen Müdür Yardımcısı Atilla’nın avukat ordusunun savunma stratejisini ‘Atilla kurtulursa Halkbank kurtulur’ teorisinin üzerine kurduğunu anlıyoruz. Ancak jüri Atilla’yı suçsuz bulsa bile suçunu kabul eden Zarrab’ın ceza alacağı kesin. Zarrab ceza alacak ancak iddia makamıyla işbirliği sayesinde ceza indirimiyle kurtulacak. Zarrab’ın cezasının kesinleşmiş olması Halkbank’ı ABD’deki her türlü yeni hukuki sürece açık bir halde bırakacak.
Önümüzdeki aylarda yaşanacak gelişmeler açısından Washington’ın siyaseten bu davanın neresinde durduğu elbette kritik önemde. Zarrab davası New York’ta devam ederken iki gün önce Beyaz Saray’da Trump’ın Ulusal Güvenlik Konseyi ekibinin Türkiye açısından kilit ismi Fiona Hill ile görüşen CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz davaya ilişkin sorusuna ‘sadece izliyoruz, müdahil olmuyoruz’ yanıtını almış. Aksini söylemeleri beklenemezdi. Oysa kısa bir dönem de olsa patronları Trump’ın Türkiye’de FETÖ davasından tutuklu Pastör Brunson’ı kurtarma hevesiyle Zarrab’ı olası bir takasın tarafı olarak görebilmiş olduğu da bir gerçek.
Trump’ın yakın dostu eski New York Belediye Başkanı Rudy Giuliani ve eski ABD adalet bakanlarından Mukasey, önce Zarrab’ın savunma ekibine müdahil oldular sonra da Erdoğan’ın 16 Mayıs’ta Trump’la yüz yüze görüşmesi öncesinde Washington’da farklı kurumlar arasında mekik dokuyarak takas formülüne devlet içinde destek aradılar. ABD adalet ve dışişleri bakanlıklarında aradıkları desteği bulamasalar da Trump’ın kafasına girmeyi başardılar. Rivayet o ki Trump’ı takas adımından vazgeçiren şu sıralar koltuğu sallanan Dışişleri Bakanı Tillerson oldu.
Belki de Zarrab’ı ambargo davasının savcılarıyla hızla işbirliğine doğru iten süreç Başkan Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında kendisi üzerinden giden diplomasinin tıkandığı döneme rastlıyor. Hatırlayalım; Erdoğan’ın Trump’la ikinci yüz yüze görüşmesi BM Genel Kurulu sırasında 22 Eylül’de New York’ta olmuştu. Erdoğan New York’tan döndükten sadece beş gün sonra meşhur ‘ver papazı al papazı’ çıkışını yapmıştı. Aslında Erdoğan’ın ABD’de çok tepki çeken bu sözleri bir anlamda Zarrab için takas formülünün çöktüğünün ilanıydı. Enteresan bir biçimde tam da bu tarihlerden – hatta biraz daha öncesinden- itibaren Zarrab’dan haber kesilmişti.
Washington ile Ankara’nın aynı şeyi konuşurken dahi derin yorum farkı içinde olabildiği farklı örnekler üzerinden çok defa tecrübe edildiği için Çavuşoğlu’nun ‘Trump Erdoğan’a artık YPG’ye silah yok dedi’ sözleri başta pek çok kişi tarafından şüpheyle karşılandı. Ancak aslında Suriye’de DEAŞ ile mücadelenin en önemli düzlüğü olarak görülen Rakka savaşı kazanıldıktan sonra Trump’ın bu minvalde bir mesaj vermesinin çelişkili bir yanı yok. Ankara açısından asıl soru ABD yönetiminin politika değişikliği hazırlığında samimi olup olmadığından ziyade değişikliğin etkin biçimde uygulamaya konulup konulamayacağında kilitleniyor.
Erdoğan’ın talep ettiği telefon görüşmesi için Başkan Trump’a konuşma notları hazırlayan Ulusal Güvenlik Konseyi’nin (NSC) en azından YPG’ye ağır silah ve teçhizat sevkiyatının kesilmesi konusunda ikna olduğu anlaşılıyor. ABD Dışişleri içindeki bir ekip epey uzun zamandır Türkiye’nin güvenlik kaygılarını giderecek adım atılması için bastırıyordu. Hatta SDG’nin terör örgütü PKK etkisinden kurtarılması da bu ekibin üzerinde çalıştığı bir proje ancak henüz o noktadan çok uzağız.
Trump-Erdoğan görüşmesi öncesinde ABD Savunma Bakanlığı Pentagon ile kapsamlı bir biçimde istişare edilip edilmediği ise bir muamma. Çavuşoğlu tarafından açık edilen ‘Artık YPG’ye silah yok’ mesajının Pentagon’da Suriye işine bakan pek çok kişiyi hazırlıksız yakaladığı konuşuluyor.
Hal böyle olsa da Pentagon topu göğsünde yumuşatarak sahaya indirmeyi tercih etti. YPG meselesi en azından şu an için Pentagon’un ‘bize henüz böyle bir talimat gelmedi’ diyerek Trump Beyaz Saray’ını boşa düşürdüğü konulardan biri olmuş gibi gözükmüyor. Haftaya bizlerin ısrarlı sorularıyla başlayan Pentagon sözcülerinden Albay Manning ‘Politikalarımızla tutarlı olarak, sahadaki Kürt ortaklarımıza verdiğimiz askeri desteği gözden geçiriyoruz’ sözleriyle yeni durumu sahipleneceklerini teyit etmiş oldu. Ancak büyük resmi özetleyen Suriye konusuna daha hakim bir sözcü olan Eric Pahon’ın sözleriydi; ‘IŞİD’in askeri olarak yenilgiye uğratılmasının tamamlanması ve özgürleştirilen toprakların istikrara kavuşturulması için Suriye Demokratik Güçleri’yle ortaklığımızı sürdüreceğiz.’
Ağır silah sevkiyatının bugünden kesilip kesilmediği, henüz kesilmediyse – ki bu yönde görüntülere bölgeden geçen haberlerde hala rastlanıyor- ne zaman kesileceği belirsiz. Pentagon’un yanıtlamadığı sorulardan biri de Ankara’nın ‘YPG’ye veriyorsunuz PKK’dan çıkıyor’ dediği halihazırda YPG’nin elinde olan ağır silah ve teçhizatın toplanıp toplanmayacağı.
ABD’nin zaten Obama döneminden bu yana tutarlı ya da uzun soluklu bir Suriye politikası olmadığı ortadayken bugün Pentagon’da yine hakim olan ‘Kervan yolda düzelir’ anlayışı Türkiye açısından sürpriz değil, ancak elbette rahatsız edici. Sahada ABD ordusunun SDG ile kurduğu sistemin YPG unsurlarından arındırılmış bir hale sokulması kısa zamanda kotarılabilecek iş değil. Bu konuda bir takvim zaten ortaya konmuyor. Elimizdeki tek muğlak tarih şu; ABD en geç 2019 sonu gibi Suriye’den çekilme niyetinde. Dolayısıyla SDG’yi PKK etkisinden kurtarma projesinin denenmesi için ABD’nin önünde daha epey bir zaman var. ABD Suriye’de sahadaki en güçlü ortağı olan YPG’yi hızla Rusların kucağına itecek dramatik hamlelerden kaçınacağını öngörmek zor değil.
Öte yandan Washington, Suriye’de çatışmalar tamamen bittikten sonra işleyecek takvimin Ankara’nın PKK konusundaki acil adım beklentisini karşılamaktan uzak olduğunun da farkında. Türkiye’ye bu alanda bir jest arayışının tezahürü olarak ‘üst düzey PKK’lı isimlere yönelik istihbarat paylaşımı’ meselesi yeniden dolaşıma sokulmuş durumda. Türkiye’ye Kandil’deki komuta kademesine yönelik operasyonlar için koordinat verilmesi görüşüne ABD Savunma Bakanı Mattis ile Dışişleri Bakanı Tillerson’ın sıcak baktığı belirtiliyor. Ancak bu tür mesajlar aldığını gizlemeyen Türk tarafı ihtiyatlı. Ankara, Türk-Amerikan ilişkilerinin krizden geçtiği her dönemde aynı yemeğin ısıtılıp önlerine konduğunu düşünüyor. Ankara’daki hissiyat şu: ‘Söylediklerinde samimi olsalardı Kandil’e ortak operasyon yapardık.’
ABD Dışişleri Bakanlığı 27 Kasım'daki jüri seçimleri tamamlanır tamamlanmaz başlanacak olan esastan görüşme sırasında yaşanacakların Türk-Amerikan ilişkilerine olası etkilerine odaklanmış durumda. Washington’daki kilit kurumlarda Türkiye dosyasına bakanlar Ankara’da şimdiden işlenmeye başlanan ‘Gülen komplosu ABD’ye taşındı’ söyleminin aylardır pamuk ipliğine bağlı bir biçimde devam eden ilişkileri daha da sarsacağından kaygılı. Ankara’nın Amerikan hukuk sistemini hedef alan bir tavır içinde olmasının ABD Kongresi’nde zaten hakim olan Türkiye karşıtı zeminde Türkiye’ye karşı yaptırımların gündeme alınmasını tetiklemesinden endişe ediliyor.
‘YİNE Mİ’ EFEKTİ
ABD ile Türkiye arasında son dönemde yaşanan tüm krizlerde Türk hükümetinin ‘ABD komplosu’ ya da ‘darbe teşebbüsü’ gibi ifadeler kullanması Washington’da ‘yine mi’ efekti yaratmasının ötesinde pek bir karşılığı yok. Daha önceleri Türk tarafının bu tür suçlamalarına yüksek sesle yanıt vermek yerine rahatsızlığını kapalı kapılar ardında dile getirmeyi tercih eden ABD yönetimi artık açıktan tavır koymaktan kaçınmıyor.
ABD Dışişleri Sözcüsü Heather Nauert’in dünkü basın brifingindeki şu sözleri için pekala Washington’daki ruh halinin özeti denebilir; ‘Biz bu hikayeyi Türkiye’den daha önce de duyduk. Bizi darbe kışkırtmakla suçladıkları son seferde verdiğim cevabın aynısını vermek zorunda kalacağım. Bunun saçma olduğunu söyleyeceğim.’
YARGI TEAMÜLLERİN DIŞINA ÇIKTI
Nauert’in sözlerinden daha alışılmadık olan ise topa doğrudan Zarrab davasının hakimi Richard Berman ile New York Güney Bölgesi Başsavcı Vekili Joon H. Kim’in girmiş olması. Başsavcı vekili Kim İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kendisi ve eski Başsavcı Preet Bharara hakkında soruşturma açmasını ‘gülünç’ olarak nitelendirdi. ‘Amerikan Adalet Bakanlığı'na, mahkemelerine ve benim ofisime Gülencilerin sızdığı iddia edilen açıklamalar yapıldı. Bunlar saçma iddialar’ diye de ekledi. Berman, bilgi almak için mahkemenin yeminli Türkçe tercümanlarına dahi ulaşmaya çalışanların olduğuna dikkat çekerken isim vermeden Türk tarafını ima etmiş oldu.
TÜRK TARAFIYLA İRTİBATI KOPTU
ABD Adalet Bakanlığı’na bağlı Federal Cezaevleri Bürosu’nun internet sitesindeki resmi kayıtlarında 8 Kasım’da cezaevinden tahliye edildiği bilgisinin çıkmasından bu yana Ankara, Reza Zarrab’la ilgili sağlığının iyi olduğunun ötesinde bir bilgiye ulaşabilmiş değil. Zarrab’ın o günden bu yana gerçekleşen iki ara duruşmaya da gelmemiş olması, dahası artık mahkeme dökümanlarında sadece Hakan Atilla’nın isminin geçiyor olması savcılık makamıyla işbirliği yapmaya başladığı şüphelerini kuvvetlendiriyor.