Paylaş
Bu reformun ne çapta olacağı, sadece idari ve seçim sistemine dair mi, yoksa A’dan Z’ye devlet yapılanmasını reforme edecek bir değişiklik mi olacağı tartışılıyor. Şüphesiz ki bu tasarının en çok konuşulan noktası uzun süredir Türkiye’ye uygulanması düşünülen başkanlık sistemidir. Birçok şeyde olduğu gibi bu noktada da neyi tartıştığımızdan ziyade kimler üzerinden tartıştığımız, bir şeyin gerekip gerekmediğinden öte külliyen destek veya külliyen muhalefet yapma olgusuyla hareket edildiğinden bu konuda da ciddi anlamda toplumsal bir bilgilendirmeye sahip olamadık.
Birçok kimsenin dilinden düşmeyen; ama ne kadar hâkim olduğumuz konusunda ciddi soru işaretleri olan başkanlık sistemini farklı şekillerde önümüzdeki haftalarda ele almak istiyorum. Bu yazımda değinmek istediğim konu, yeni bir sistem arayışının en önemli noktası olan “Mevcut sistemden memnun muyuz ya da değil miyiz?” sorusu olacak. Uyguladığımız sistem bazı ufak reformlarla kendine gelebilir mi, yoksa köklü değişiklikler mi gerekmektedir?
Önce mevcudu değerlendirerek başlamanın, önümüzdeki yazılarımda masaya yatırmak istediğim başkanlık sistemi, anayasal reform ve Türkiye’deki yeni sistem arayışına ilişkin sorular için daha faydalı olacağını düşünüyorum.
Öncelikle şuradan başlamakta fayda var; parlamenter sistem bizim kullandığımız şekliyle alıştığımız, hâkim olduğumuz ya da artık uygulamasında sabitlik gösteren bir sistem midir? Bugüne kadar on iki Cumhurbaşkanımız olmuş, bu on iki Cumhurbaşkanının seçim şartlarına, sürelerine, parlamentoyla ilişkilerine ve anayasadaki yetkilerine baktığınız zaman Cumhurbaşkanlarının seçim sistemleri ve anayasal yetkileri noktasında birçoğunun farklı sistemlerle seçildiklerini ve farklı yetkilere sahip olduklarını görebilmekteyiz.
Parlamentonun seçim sistemine baktığımızda, kullanılmış birçok farklı tercih sisteminin ve doğal olarak bunun etkisiyle değişen seçim sistemlerini ve hatta yaklaşık 20 yıllık bir süre içinde Türkiye’nin çift meclisli bir parlamentoya sahip olduğunu gördük. Bunların yanında, farklı seçimlerle parlamento üyelerini seçtiğimiz, milletvekili sayımızın 450’den 550’lere çıktığı, tercih sisteminin revaçta olduğu, milletvekili barajlarının her seçim öncesi ve sonrası yeniden tartışıldığı, kısacası tek partili dönemi geri bıraktıktan sonra ne kadar adına parlamenter sistem desek de tam anlamıyla oturtamadığımız bir sistemden bahsediyoruz.
Ancak doğru bir düzen ve istikrar sağlamak için en gerekli hadise, o sistemin ülke siyasetine getirdiği sürprizlerin minimuma indirilmesidir. Eğer Haziran seçimlerinden üç ay sonra bir seçim daha yapılma zaruriyeti doğduysa, ondan önceki son 40 yıla baktığımızda da her seçimin ardından daha bir senesini doldurmamış meclislerde erken seçim söylemlerinin yaşandığını düşündüğümüzde, kurulan her meclisin Anayasa’da yazanın ötesinde siyasi süreler biçilerek şekillendiği ve hesaplandığını fark ettiğimizde, halk tarafından seçilmemiş bazı aktörlerin siyaseti A’dan Z’ye etkileyebilecek hatta siyaset üzerinde demokratik bir baskı unsuru olmanın ötesinde yaptırımlar uygulayacak duruma gelmesini gördüğümüzde zaten mevcut isitkrarı ne kadar sağlayıp ne kadar sağlayamadığımız hakkında bir sonuca varabiliriz.
Önümüzdeki haftalarda dar bölge seçim sisteminden kuvvetler ayrılığına, denge denetim sisteminden yargının yapılanmasına, seçim barajından dokunulmazlıklara, kısacası bir sistemi külliyen hayata geçirecek, ülkedeki istikrarı dış ya da iç müdahaleleri minimuma indirecek, siyaset ve ekonomiyi istikrarlı kılacak reformların neler olması gerektiği gibi unsurları değerlendireceğim.
Ancak bunları tartışmadan ya da değerlendirmeden önce altını çizerek söylüyorum ki bu tartışmalara en önemli başlangıç noktası, mevcut sistemin şuan için doğru kullanılıp kullanılamadığı hadisesidir. Türkiye için hayırlı olabilecek, memleketin istikrarına katkı sağlayacak, artık mümkünse son 60 senedir tartıştığımız yeni anayasa reformu gibi sözleri gündemden kaldıracak bir yapılanmanın Türkiye’de mevcut şekliyle konuşuluyor olması aslında biraz endişe verici. Mühim olan sistemin adının Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Başkanlık, yarı Başkanlık diye adlandırılması değildir. İsimleri koymak her zaman çok kolay olmuştur. Mühim olan istikrarı ve düzeni sağlayabilmek, doğru bir düzeni kesinlikle siyasi aktörlerden bağımsız tutmak ve teklifin kimden ve nereden geldiğine bakmaksızın içeriye alarak konuşabilmektir.
Daha tartışılmadan bir konuda taraf olunmaya başlanması, daha derinliğine inemeden ve konuyu idrak edemeden konunun engellenmesi ya da ortadan kalkması çok yanlıştır. Bu durumda, ülkenin istikrarına dair önem taşıyan bir konunun tartışılmasını sağlamak için herkesin üstüne görev düşmektedir. Mevcut sistemdeki sıkıntılar aşikardır. Burada yaşanan sıkıntıları tespit etmek, sistemin menşeinin hangi ülkede olduğundan ya da isminden ziyade, yaşanan sıkıntıların nasıl telafi edileceğine kafa yormak kesinlikle önem arz eder. Külliyen evet ya da külliyen hayır demek, bir de bunları anlatamadan, tartışamadan ya da değerlendiremeden demek geleceğe dair büyük bir veballe karşı karşıya kalmaktır.
Siyasi aktörler siyaset içerisinde bugün vardır, yarın olmayabilir. Ancak bugün yapılacak anayasal reformlar sadece bugüne değil, henüz oy kullanma hakkına erişmemiş bir gençten daha yeni doğmuş bir evladımıza kadar hepsinin istikbaline ışık tutmak mecburiyetindedir. Türkiye’nin sisteminin bir ad değişikliğine değil, felsefe değişikliğine ihtiyacı vardır. Bir yamaya değil, yeniden inşaya ihtiyacı vardır. Bir revizyona değil, büyük bir reforma ihtiyacı vardır. Ama bu yola çıkmadan önce kabul etmemiz gereken en önemli gerçek; mevcut sistemin belli noktalarda artık Türkiye’de yaşanan siyasi ve iktisadi sorunları çözmekte yetersiz kaldığıdır.
Paylaş