Paylaş
Sürece tarihsel olarak baktığımızda, 1904-1905 yıllarındaki Rus-Japon Savaşı’nın akabinde Japonlar Kore’yi kendi sömürgesi olarak kabul etmeye başladı. 1930’lu yılların sonuna gelindiğinde ise yaklaşık yirmi dört milyon Korelinin kendi ana dilini konuşmasını ve kültürünü yaşamasını yasaklayan Japon yönetimiyle Kore milliyetçileri arasında ciddi anlamda gerginlikler ortaya çıktı. Japonya tarafından Korelilere yapılan asimilasyon çalışmaları bu yıllardan itibaren Kore-Japon gerginliğinin temelini oluşturdu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya’nın Amerikan güvenlik şemsiyesi altına girmesi, Kore’nin ikiye bölünerek bir kısmının ABD önderliğindeki liberal Batı Bloğu’na dahil olması, diğer bir tarafının ise Mao Zedong ekolüne ait komünist Çin’in etkisine girmesi bugünkü politikaların şekillenmesine sebep oldu. Bu zamana kadar sırasıyla Kim İl-sung, Kim Jong-il ve Kim Jong-un tarafından altmış dokuz senedir yönetilen Kuzey Kore felsefi olarak iki temel üzerine oturtuldu: Güçlü ordu kurularak oluşturulacak güçlü bir devlet yapısı ve bu yapıyla artan ekonomik refahın topluma yansıması. İkinci kısmın ne kadar hayata geçtiğiyse tartışılır.
Kuzey Kore’nin güçlü bir devlet olma amacıyla yaptığı nükleer çalışmaların 1950’lerin sonunda Sovyet bilim adamları ve mühendisler öncülüğünde başlatılması, meselenin üç günlük olmadığını gösterir. Diğer bir deyişle bu mesele, eskiye dayanan münasebetlerin farklı vesilelerle gündeme gelmesi sonucu hayat bulmuş bir süreçtir.
28 yaşında iktidara gelen bir lider yönetmeye hazır mıydı? Birçok uzmana göre hayır. Başına geçtiği ülke askeri disiplinle yönetilen ve bu askeri yapılanmaya hakim olunamadığı takdirde yönetilemeyecek bir düzene sahip. Dolayısıyla genç ve tecrübesiz olan Kim’in iktidarını sağlayabilmek için yönetmek zorunda olduğu sert ve disiplinli orduyu yanına alması gerekiyordu. Bunun için de Kuzey Kore’nin 1950’lerden beri benimsediği nükleerleşme duruşuna iktidara geldiği ilk günden beri sürekli değindi.
Son günlerde yaşanan bu hadisenin önemli bir tetikleyici faktörü de ABD’nin uzun yıllardır Güney Kore ve Japonya ile yaptığı ortak tatbikatlardır. Bu tatbikatlar, Kuzey Kore’nin nükleer denemelerini yoğunlaştırmasına sebep oldu. Ancak açık konuşmak gerekirse; bu hadise yeni bir mesele değil. Kuzey Kore meselesi; Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama’nın 24 senelik yönetimlerinde devamlı olarak atıfta bulunduğu, Pentagon’un ve CIA’in buradaki nükleer gelişmelere dair raporlar verdiği ama ABD’nin Ortadoğu’dan başını kaldıramadığı için çok da yoğunlaşamadığı bir mesele haline geldi.
Gerek istihbarat bilgileri, gerek liderlerin söylemlerine baktığımızda Kuzey Kore’nin nükleerleşmesi zaten Amerika’nın hep gündemindeydi. Bush’un 11 Eylül sonrası yaptığı o meşhur ‘şer ekseni’ tanımlamasında bile Kuzey Kore, Irak’la İran’ın yanında ABD için önemli bir tehdit unsuru olarak yerini alıyordu. Ancak ABD’nin Kuzey Kore’yi önceliğine almasını diğer ülkelere göre farklı kılan belki de en önemli özellik; Kuzey Kore’nin Çin’den ve hatta belli noktalarda Rusya’dan çok ayrı düşünülemeyeceğiydi. Nitekim son dönemlerde gerek Tillerson gerek Trump, Kuzey Kore ile ilgili yaptığı bütün eleştirilerde devamlı olarak Çin’e çağrıda bulundular.
Bugün akıllardaki en büyük soru işareti Trump’ın geçtiğimiz günlerdeki o sert söylemlerinin ne şekilde ilerleyeceği ve gerçekten bu nükleer denemelere karşı ABD’nin askeri bir karşılık verip vermeyeceğidir. Bütün hesapları olması gerektiği gibi yaptığımızda ortaya şöyle bir gerçek çıkıyor: Ortadoğu’da sorunları hala çözememişken, Latin Amerika’yla olan gerginlikler bir önceki yönetime göre artarken, Rusya ve Çin’le siyasi olarak daha da gerilmişken, Kongre ile Beyaz Saray ilişkileri yerle birken ve belki de hepsinden önemlisi iç politikada tam bir kaotik ortam sürerken hiçbir ABD Başkanı Trump’ın kullandığı ton oranında bir askeri müdahale yapmaz. Çünkü bunun hiçbir şekilde ABD’ye müspet getirisi olmaz. Bahsettiğimiz şartlar en sert başkanlar için bile geçerliyken, bir tarafta Trump diğer tarafta da Kim olunca bütün alıştığımız kuralları ve varsayımları üç kere daha düşünmemiz gerekiyor.
Clinton döneminde ve daha önceki dönemlerde de gördüğümüz gibi iç politikada sıkıntı yaşayan başkanlar, dış politikada kendilerine bir hedef belirler. Gerek toplumun geniş kitlelerini, gerek muhalefeti, gerekse Kongre’yi dış düşman yaratarak arkasında toplama ve güven kazanma politikasının Trump için de Kuzey Kore noktasında hayata geçeceği iddia ediliyor.
Bu gerçekleşir mi?
ABD tarihinde bunun birçok örneğini gördük. Ancak Irak, Libya ya da örneğini verebileceğimiz birçok ülkeyi Kuzey Kore’yle ve daha doğru bir tabirle Çin’le kıyaslamamak lazım. Peki, süreç nereye doğru gidiyor? Aslında Trump Kuzey Kore’ye büyük bir nükleer bomba attı, hem de hiç küçümsenmeyecek bir bomba. 1974 Ticaret Kanunu'nun 301. maddesi uyarınca Trump, imzaladığı kararnameyle ticaret temsilcisini Çin’in adil olmayan ticari uygulamalarını soruşturması için görevlendirdi. Yani bu kararı krizin hemen akabinde hayata geçiren Trump Çin’e, “Kuzey Kore’yi dizginle yoksa ekonomik olarak zarar görürsün.” diyor. ABD’nin Çin’le olan ticaretini kısıtlamasından şüphesiz ki Çin ciddi anlamda zarar görür. Yalnız bu zararın sadece Çin ekonomisini etkileyeceğini düşünmek hata olur. Böyle bir karar, kararı alan ABD’yi ama hepsinden önemlisi global ekonomiyi de sarsan sebepler doğurur.
Dünyanın en büyük iki ekonomisinin bu denli büyük bir ticaret kısıtlamasına gitme ihtimali bile piyasaları darmadağın eder. Dolayısıyla Trump’ın imzaladığı ve bomba etkisi yaratan kararnameyle “ABD saldırır mı?” diye oluşan beklentilerin ötesinde bugün farklı bir saldırı hayata geçti. Muhtemelen bu hadise iki tarafında söylemlerini yumuşatmasıyla en azından bir müddet daha durgunluğa gider. Aksi takdirde Kuzey Kore-ABD gerginliğinin askeri bir çözümü olmadığı gibi yaşanabilecek ekonomik sıkıntılar da Kuzey Kore’yi ya da ABD’yi değil bütün global ekonomiyi kötü bir noktaya getirecektir.
Paylaş