Nitekim olayların gelişimini küresel perspektiften yoksun değerlendirmek mümkün değil. Ancak bu aşamada Amerika’nın Musul operasyonuna sadece uluslararası politika ve çıkarlar açısından değil, aynı zamanda yaklaşan ABD Başkanlık seçimlerine olan etkisi bağlamında baktığımızda ortaya daha net bir resim çıkıyor.
Öncelikle şunu tekrar ifade etmek lazım ki Musul operasyonunun global sebepleri ve buradaki stratejik öncelikleri bellidir. Ancak şu dönemde ABD iç politikasındaki gelişmeler bilhassa Musul operasyonunda biraz da tetikleyici rol oynamıştır.
Amerikan seçimlerinin son bir kaç ayına baktığımızda, Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump’ın, Hillary Clinton’ın kampanyasına saldırırken kullandığı en büyük kozlardan biri Suriye ve Irak’ta Amerika’nın sessiz kaldığı ve buraları DAEŞ’e teslim ettiği tezi oldu. Bununla beraber İran’la yapılan nükleer antlaşmanın da İran’ı güçlendirdiği tezini sık sık kullanmaya başladı. Öte yandan Clinton ise Bush döneminde olduğu gibi ABD’nin tek taraflı hareket etmemesi gerektiğini, ittifaklarla hareket etmenin gerekliliğini vurguladı. İran konusunda ise, yapılan antlaşmanın ABD’nin ulusal menfaatleri için daha iyi olduğunu, yapılan antlaşmanın savaşın önüne geçtiğini ve İran’la diyalogların daha normalleştiğini ifade etti.
Ancak bu söylemlerin, adayların dış politika yaklaşımları ele alındığında Hillary’den çok Trump’a puan kazandırdığını söylemek mümkündür. En azından kamuoyu yoklamalarında bu nokta Trump’a yaramaktaydı. Trump, seçim süreci boyunca sadece bu noktalarda Clinton’a değil Obama’ya da yüklendi. Obama’nın da bu gelişmeler ve eleştiriler noktasında kamuoyu yoklamalarında dış politika puanlarında ciddi bir azalmaya doğru gittiği söylenebilir.
Geçen akşam yapılan ikinci tartışmada gerek seviyenin iyice düşmesi gerekse Trump’ın gerekli ivmeyi yakalayamaması Hillary Clinton’ı ciddi anlamda öne çıkarmaya başladı. Bütün bunlar bir yana, Türkiye tarafından bakıldığında birçok ülkede yapılan değerlendirmeler gibi bizde de hangi Başkan adayı bizim açımızdan iyi olur tartışmaları hız kazandı.
Hillary Clinton mı, Donald Trump mı? Hangisi Türkiye’nin menfaatleri açısından daha iyi olur? IŞİD meselesini çözmek için PYD ve YPG ile işbirliğine devam edeceğini hatta arttıracağını açıklayan Clinton mı? Esad’ı metheden ve onunla iyi ilişkiler kurulmasını isteyen Trump mı?
Belki de asıl soru, kampanya döneminde adaylar tarafından söylenenlerin, verilen vaatlerin ne kadar önem taşıdığı ve ne kadar gerçekleri yansıttığı olmalı.
ABD seçimlerinde unutulmaması gereken ilk mesele, dış politikanın ekonomiye etkisi bir kenara Amerikan halkı için çok da mühim olmaması. Yıllardır yapılan değerlendirmelerde ABD seçmeninin oylarını kullanırken ekonomi, işsizlik, sosyal politikalar, eğitim, insan hakları ve tabii ki güvenlik mevzularını ön sırada tuttuğunu ve bunların ardından dış politikaya önem verdiklerini görüyoruz. Ancak ve ancak dış politika hamleleri ABD’nin iç güvenliğini ya da ekonomisini etkiliyorsa o zaman dış politika seçmen için öncelik olarak öne çıkan, ama hiçbir zaman ilk üçe giremeyen bir faktör oluyor.
Vietnam Savaşı bile asker ölümleri Amerikan sosyal hayatının, aile hayatının, ekonomik etkisi ise gerçek hayatın bir parçası olup Amerikan halkının günlük yaşamına sirayet etmeye başladı, o zaman istisna haline geldi.
2000 yılında yapılan karşılıklı anlaşmanın gereği olarak ilerleyen bu süreç, dünyanın geleceği ve nükleer silahsızlanma açısından da önemli bir hadiseydi. ABD, Rusya’nın talebi doğrultusunda, Rusya’nın bu süreçten alacağı ekonomik zararları kompanse etmek için ek bir gelir fonu bile oluşturmuştu.
İki ülke arasındaki birçok gerilime rağmen Suriye’de ateşkes noktasında sağlanan mutabakatlar ve BM toplantıları öncesi had safhaya çıkan iş birliği, bir anda Rusya’nın ve Esad güçlerinin Halep’teki bazı sivilleri bombaladığı iddiası, öncesinde de Amerika’nın Esad güçlerini yanlışlıkla olsa da bombaladığı gerçeği BM toplantıları öncesi gündemi sarstı. İki ülkenin gayet iyi ve yapıcı giden süreci birden üst düzey bir gerilime sahne oldu.
Önce Amerika Birleşik Devletleri Suriye konusunda Rusya ile yürüttükleri ikili uzlaşma sürecine son verdiğini açıkladı. Ardından Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin Duma’da nükleer silahların azaltılması anlaşmasını dondurduklarını söyledi. Birkaç hafta içinde tavan yapan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu esnasında gerginliğin zirveye ulaştığı bu süreç herkesi acaba “Yeni bir soğuk savaş mı başlıyor?” hatta “Üçüncü dünya savaşı mı geliyor?” sorularıyla karşı karşıya bıraktı.
Açıklıkla şunu söylemek lazım. Soğuk Savaş’ta şahit olduğumuz “Proxy Wars” yani “Uydu Savaşları” farklı bir yapıda olurdu. Afganistan ve Vietnam’da net olarak gördüğümüz süreç, iki ülkenin belirleyici faktör olarak tüm bu süreçlere yön vermesiydi. Diğer bir deyiş ile büyük ölçüde kurulan oyunlarda Amerika’nın yahut Rusya’nın istediği öyle ya da böyle olurdu. Soğuk Savaş sonrası dünyanın gelişimi, bölgesel faktörlerin güçlenmesi, ülkelerdeki demokrasi algılarının gelişmesi, ekonominin artık daha adil ve farklı dağılması, uluslararası şirketlerin menfaatlerinin ülkelerinin menfaatlerinin önünde seyretmesi bu iki gücü eskisinden daha da zorlayan bir dünya yarattı.
Şimdi, asıl mevzu önümüzdeki son bir ayı belirleyecek parametreler. Trump, şu ana dek tamamen hamaset, Clinton ve Obama’ya saldırı ve popülist vaatlerle bu noktaya geldi. Bu saatten sonra Trump’ın başkan olması için çok önemli birkaç faktör var.
Bu faktörlerden ilki oy vermeyen seçmeni ön seçimlerde olduğu gibi sandığa çekmeli. Bu, Trump için olmazsa olmaz derecede önemli bir faktör. Trump’ın ön seçimlerdeki en büyük başarısı geleneksel oy vermeyen seçmenden almayı başardığı oy oldu. Dolayısıyla ön seçimlerde kazandığı bu ivmeyi devam ettirmek zorunda. Kısacası Trump, geleneksel seçmenin ötesinde seçmen olarak sandık başına gitmeye meyilli olmayan destekçilerini daha da fazlasıyla mobilize edebilmeli.
İkinci önemli faktör, şüphesiz ki Clinton ile karşı karşıya geldiği tartışmalarda sergilediği performanstır. Açık konuşmak gerekirse ilk tartışmada dengeler değişti. Clinton, Trump’ın hızını kesti. Bu hız kesmenin sebebi Amerika’daki seçimleri son aşamada belirleyen bağımsız seçmen olmuştur. Cumhuriyetçi oylar da, demokrat oylar da zaten yerinde, ama seçimlerde dengeyi değiştirecek asıl oylar bağımsız oylardır. Gerek eğitim seviyesi sebebiyle, gerek oy verme yöntemi ve eğilimi sebebiyle bu bağımsız seçmenin sandıktaki seçimi adaydan ziyade politikalar ve programlar üzerinden olur. O yüzden bu seçmen genelde tartışmaları bekler ve bu tartışmalar bu seçmen grubundan gelen oya ciddi anlamda etki eder.
Bu yarış aslında şu ana kadarki birçok seçimden daha farklı. Amerika’da ve dünyada ABD politikasını takip eden ben dahil birçok uzman Trump’ın bırakın Cumhuriyetçi Parti adayı olması, Süper Salı’yı geçmesini bile beklemiyordu. Çünkü bildiğimiz Amerikan devlet sistemi ve politikasına Trump’ın başkan adaylığı uymuyordu. Cumhuriyetçi Parti için ise böyle bir adayı desteklemek büyük bir hata olurdu. Neden mi?
Amerikan nüfusu her sene ciddi bir oranda kuzeydoğudan güneybatıya kayıyor. Göçmen sayısının artışı ise ciddi bir noktaya ulaşmış durumda. Beyaz Anglosakson-Protestan diye tabir edilen Amerikan seçmen çoğunluğu çok da uzun olmayan yıllar sonra yüzde 50’den az hale gelecek. Tüm bu demografik değişimler sonucunda yıllarca sayıca seçmen üstünlüğü bulunan Cumhuriyetçi Parti, artık demografik dengeyi azınlıkların büyük oranda desteğini alan Demokrat Parti’ye kaptırmış durumda. Düşünün ki, böyle değişken bir ortamda bir Cumhuriyetçi aday çıkıyor ve kadınlara, azınlıklara, dini gruplara ve bu grupların müttefiklerine, kısaca oy almak zorunda olduğu herkese karşı tavır sergiliyor.
Bu adayın ön seçimden çıkması demek Cumhuriyetçi Parti’nin kesin kaybı demek olduğu için kimse Trump’ın ön seçimlerden başarıyla çıkacağına ihtimal vermedi. Ancak Trump, bu gerçeğe rağmen aday oldu. Neden mi? Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olarak çıkmasının iki temel sebebi vardı.
Bu sebeplerden ilki Cumhuriyetçi Parti yönetiminin Ted Cruz ya da Marco Rubio gibi isimler üzerinde bir an evvel uzlaşma sağlayamaması oldu. Parti yönetimi karar verdiğinde ise iş işten geçmiş, Trump bütün adayların arasından sıyrılmış ve hızını almıştı bile. İkinci etken ise seçmen dengesi oldu. ABD’de seçimlerde genel olarak seçmenlerin seçime katılım oranı düşüktür. Seçime katılan seçmen grupları da üç aşağı beş yukarı bellidir. Bu seçmen dengesini değiştirip, normalde oy veren seçmen üzerine oy vermeye alışık olmayan seçmeni sahaya indirmek büyük marifettir.
Öncelikle şunu söyleyelim, Moody’s ve onun gibi birçok bağımsız kredilendirme kuruluşları dönemsel olarak, ülkelerdeki siyasi ve ekonomik konuları da ele almak suretiyle ülkelere kredi notları belirler. Bu notlar; farklı şekillerde derecelendirilip ülkelere dış yatırımcıların yatırım yapması hususunda o ülkelerin siyasi ve ekonomik ortamı konusunda yardımcı olur.
Buradaki asıl nokta adının önünde bağımsız ve objektif sözleriyle anılan bu kredilendirme kuruluşlarının ne kadar objektif yahut ne kadar bağımsız olduğudur. Örneğin Moody’s’in bağımsız olduğunu söylemekle beraber ortaklık yapısına baktığınızda dünyanın en zengin kişilerinden ABD'li milyarder Warren Buffet'ın sahibi olduğu Berkshire Hathaway, merkezi Pennsylvania'da bulunan ve toplam 3.6 trilyon dolarlık varlığı yöneten yatırım şirketi The Vanguard Group, merkezi New York'ta bulunan BlackRock gibi ABD’nin en büyük şirketlerinden birkaçını görürüz. Geçtiğimiz yıllardaki 2.3 milyar dolar cirosunu da hesap ettiğimizde aslında bağımsızlıktan öte bu kredi kuruluşlarının ciddi bir finansal yapı haline geldiğini söylemek mümkündür. Objektiflik noktası ise apayrı bir konudur.
Darbe teşebbüsünden hemen sonra Türkiye için “Bekleyeceğiz ve göreceğiz” diyen Moody’s, ne oldu ise birden Türkiye’nin kredi notunu düşürdü. Türkiye için sevindirici ama Moody’s gibi itibarı üst düzeyde olması gereken bir kuruluş açısından üzücü olması gereken nokta; böyle bir kredi notu düşürülmesinden sonra bile Türkiye’de ne borsa ne dolar ne de faiz hareketlerinde ciddi anlamda bir değişim olmadığıdır. Notun düşürülmesinin bir iki günlük etkisinden sonra normalleşmeye geri dönülmüştür. Buradan anladığımız ne kadar objektif ve bağımsız olduğu iddia edilse de artık dünya siyaseti, ekonomiyi de kullanmak suretiyle ülkelerin ve sistemin birbirine baskı uyguladığı büyük, entegre bir boyuta gelmiştir. O yüzden ülkelerin yaşadığı sorunların uluslararası arenada doğru anlatılabilmesi, tabiri caizse doğru lobiciliğin; doğru yerlerde, doğru kimselerle ve doğru hedeflere yapılabilmesi ülkelerin menfaatleri açısından büyük önem taşır. Ama göz ardı edilemeyecek bir büyük gerçek de vardır ki; diplomaside, lobicilikte ve ülke menfaatlerinin ekonomik ve siyasi diye ayırt etmeksizin müdafaasında, ülkenin imajının en üst seviyede korunmasında her şeyi devletten beklememek gerekir.
Bunun en güzel örneklerinden birini geçtiğimiz altı ay içerisinde bizzat içlerinde bulunduğum iki organizasyon ile yaşadım. Bunlardan ilki, geçtiğimiz Mart ayının sonlarında Suriye göç meselesi üzerine ABD’de katıldığım konferanstı. Bir tarafta insani ve cansiperane çalışan bir Türkiye ve diğer tarafta Türk Milleti’ni karalamak ve Türkiye’nin imajını zedelemek için göç meselesini tamamen farklı bir şekilde kullanan odakların dünyanın dört bir yanında yaptığı çalışmalar malumunuzdur. İşte böyle bir dönemde hayatındaki tek işi eğitim olan bir iş adamı, Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel’in kurulmasına vesile olduğu Global Policy Institute isimli düşünce kuruluşu Suriye’deki göç mevzusunu ele almıştır.
Tabii ki, New York’a geldiğimiz günlerde bizler için belli iki temel gündem maddesi vardı. Bunlardan ilki BM toplantılarında, ABD ile Rusya’nın Suriye konusunda anlaşmasına doğru giden süreç içerisinde mutabakatı ikincisi ise daha evvelden de belirtildiği gibi göçmen meselesine dair yapılacak görüşmeler. Tansiyonu düşük geçmesi beklenen Birleşmiş Milletler toplantısından hemen önce yaşanan olaylar bütün dengeleri sil baştan değiştirdi.
Önce ABD kuvvetlerinin Esad’a bağlı Suriye Ordusu’nu bombalaması, ardından Rusya’nın BM konvoyuna saldırdığı iddiası; Rusya ile ABD ilişkilerini toplantılar başlamadan had safhaya çıkardı. Rusya’nın güvenlik konseyini toplama girişimi ise tansiyonu zirveye ulaştırdı.
“Toplantılarda ne mi oldu?” sorusuna yanıt her senekinden farklı olsun isterdim ama maalesef yine aynı. Temenniler üzerine kurulmuş ve ikili görüşmelerle dolu olan davetler ama neticeye bir türlü varılamayan bir süreç.
New York bu dönemlerde her ülkeden gelen devlet başkanlarını, başbakanları, bakanları, büyükelçileri ve iş adamlarını kısacası her ülkenin en üst düzey kişilerini ağırlar. Bu günlerde New York sokaklarında arabayla bir yere gitmek mümkün olmaz. Siyah arabalarla kapalı olan caddeler, Amerikan polisinin, gizli servisinin ve ülkelerin kendi güvenlik birimlerinin kuş uçurtmadığı otel önleri, devamlı ikili görüşmeler için yollarda bir otelden ötekine giden konvoylar, her köşe başında kendi ülkesinin heyetini ve o ülkeye dair röportajları haber yapmaya çalışan gazeteci ve televizyoncular, büyük toplantılar organize eden iş adamları ve dernekler, bir yanda da her şeyden habersiz New York’a turistik amaçla gelmiş ama tatil için yanlış haftayı seçmiş turistler...
Bu sözler bilhassa Türkiye’nin başlattığı sınır ötesi operasyonla birlikte hemen her gün gazete ve televizyonlarda karşılaştığımız isimler olmaya başladı.
“Türkiye, İran ve Rusya ile bir ittifak mı kuruyor?” “ABD ile uzlaştı mı?” “Biden, YPG’ye ne dedi?” ve bunlara benzer sorular üzerinden konuşulan birçok algı, basit görülebilecek bir hadiseyi çok karmaşık bir noktaya artık getirmiş durumda. O zaman, tek tek ve mümkün olduğunca basite indirgeyerek Türkiye’nin Suriye operasyonunu; evvelini, şu anını ve bundan sonrasını elimizden geldiğince açıklamaya gayret edelim.
2010 yılında Arap Baharı başladığında hemen hemen bütün ülkelere sıçrayış sebeplerinin ve ilerleyişlerinin, bitişleri hariç, belli bir gidişat izlediğini söylemek mümkün. Oysa 2011 yılının Ocak ayında Arap Baharı Suriye’ye sıçradığında; ne ilerleyişi, ne gelişimi, ne de akabinde geldiği nokta diğer ülkelerin hiçbiri ile aynı olmadı. Bunun temel sebebi işin içine çok kısa zamanda etnik, mezhepsel ve dini faktörlerin girmesi; diğer süreçlerde ekseriyetlerle ittifak halinde kalan bölge dışı aktörlerin, Suriye meselesinde tavır almaya başlamaları oldu. Amerika, Rusya, Avrupa ve Türkiye’nin çıkarlarının birçok noktada çatışması ve birbirlerini kilitlemesi ile başta Suriyeli muhalifler diye anılan sürece bir de IŞİD’in eklenmesi Suriye meselesini içinden çıkılmaz bir hale getirdi.
Esad’a karşı bir çok muhalif güç denemeleri sonunda, IŞİD’in dünya kamuoyunun gözünde Esad’dan daha büyük bir sorun olduğunun idrak edilmesiyle beraber; oklar Esad’dan IŞİD’e çevrildi. Bu da Esad karşısındaki muhalefetin, dünyanın da baskısıyla öncelikli hedefinin Esad olmaktan çıkıp IŞİD’e yönelmesine sebep oldu. Suriye içindeki aktörler; Esad güçleri, YPG/PYD, Türkmenlerin de içinde bulunduğu muhalifler ve IŞİD olmak üzere dört temel güç arasında dağılmaya başladı. Doğal olarak bu gidişata müteakip her ülke de net bir şekilde çıkarları doğrultusunda tavırlarını belirledi.