Vajinal akıntılar genellikle doğal (fizyolojik) akıntı olmakla birlikte bazen de patolojik (anormal) olabilir.
Doğal (fizyolojik) akıntılar kokusuz, renksiz (berrak) ve sıvı yumurta akı yapısındadır. Adet döngüsü içerisinde dönemsel olarak hormonların değişmesi ile birlikte artma ve azalma gösterir ancak kötü koku, kaşıntı, yanma, ağrı gibi şikayetlere neden olmaz. Yumurtlama döneminde miktarı genellikle daha akışkan olup miktar olarak artmakta, yumurtlama sonrasında ise daha koyu kıvamda olmaktadır. Cinsel ilişki sırasında daha akışkan ve miktar olarak akıntı artmaktadır. Ayrıca gebelik boyunca hormonal nedenlerde dolayı fizyolojik akıntı sürekli devam etmektedir.
Normale göre artmış, kötü kokulu, yeşil – kahve renkli, köpüklü akıntı beraberinde yanma, kaşıntı, batma, ağrı ve kanama, idrar yaparken yanma hissi olması gibi bulgularla beraberse bu durum patolojik olup genellikle enfeksiyon belirtisidir. Bu gibi durumlarda mutlaka muayene olunmalıdır, gerekirse mikroskopi ve vajinal kültür gibi tetkikler yapılabilir.
En sık görülen vajinal enfeksiyon, mantar enfeksiyonu olup, kokusuz, peynirimsi veya süt kesiği şeklinde olan akıntıya neden olmaktadır. En belirgin şikayet kaşıntı ve yanma hissidir. Vulvar bölgeye yani dış vajinal bölgede kızarıklığa neden olmaktadır.
Bakteriyel vaginosis denilen enfeksiyonda ise kötü kokulu, yoğun miktarda gri köpüklü vajinal akıntıyla belirti vermektedir. Vajinal akıntı tipik olarak balık kokusunu andırmaktadır.
Trikomonas enfeksiyonu, cinsel ilişki ile bulaşan bir vajinal enfeksiyondur. Köpüklü, yeşilimtırak, kötü kokulu bol vajinal akıntı, vajinal yanma ve dış kısımda kaşıntı ile belirti veren enfeksiyona yol açar.
Vajinal akıntılar bazen tümöral bir oluşumun habercisi de olabilir. Kanlı ve kötü kokulu akıntı, rahim ağzı kanserini akla getirir. Et suyu renkli akıntı ile birlikte alt karın ağrısı olması da kanseri akla getirmektedir.
Genellikle jinekolojik muayene tanı konulmaktadır. Vajinal sürüntü, kültür ve smear testi de gerekli durumlarda yapılarak ayırıcı tanıya gidilmektedir.
Gebelik kolestazının en belirgin özelliği, döküntü olmadan genellikle tüm vücutta olmak üzere bazen sadece avuçlar ve ayaklarda, bazen de yalnızca karın bölgesinde yoğun kaşıntı olmasıdır. Bununla birlikte ilerleyen durumlarda idrar renginde koyulaşma, dışkı renginde değişiklik, gözlerde ve ciltte sarı renk değişikliği de görülebilmektedir. Daha ciddi durumlarda ise bulantı, kusma, karın ağrısı gibi semptomlar da ortaya çıkabilir.
Gebelik kolestazı, gebeliklerin yaklaşık %1-3'ünde görülmektedir. Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte çevresel, hormonal ve genetik faktörler bu durumun görülmesinde etkilidir. Ailesinde kolestaz olan gebelerde, çoğul gebeliklerde ve 35 yaş üstü gebeliklerde daha fazla görülmektedir.
Gebelik kolestazı tanısı için sadece kaşıntı olması yeterli değildir. Şüphelenilen vakalarda laboratuvar yöntemleri ile tanı netleştirilmelidir. Tanı için gebelikte kaşıntı ile birlikte safra asitlerinde ve karaciğer enzimlerinde artışında olması gerekmektedir. Hastalığın tanısında özellikle safta asitlerinin kan değerlerinin artışı önemlidir. Ayrıca kaşıntıya ve safra asiti/karaciğer enzimi yüksekliğine neden olabilecek diğer sebepler gerekli testlerde dışlanmalıdır.
Gebelik kolestazı, anne adayında ciddi kaşıntılara neden olmasından dolayı kaşıntıya bağlı olarak vücutta kalıcı iz ve yaralara sebep olabilir. Ayrıca tedavi edilmeyen ve hastalığın ilerlediği durumlarda karaciğerde hasara ve K vitamini yetersizliğine neden olabilir.Kolestaz, anne karnındaki bebekte daha vahim sorunlara neden olabilir. Gebelik kolestazında gerekli önlemler alınmazsa, erken doğuma (prematürite), anne karnındaki bebeğin oksijensiz kalmasına ve ani bebek ölümüne neden olabilir. Gebelik kolestazı bebek için hayati tehlike oluşturabileceğinden dolayı uygun tedavi ve yakın izlem ile gebelik 37-38 haftaya ulaştığında doğum yaptırılması gerekebilir.
HAFTA HAFTA HAMİLELİK TAKİBİ
Gebelik kolestazının en belirgin özelliği, döküntü olmadan genellikle tüm vücutta olmak üzere bazen sadece avuçlar ve ayaklarda, bazen de yalnızca karın bölgesinde yoğun kaşıntı olmasıdır. Bununla birlikte ilerleyen durumlarda idrar renginde koyulaşma, dışkı renginde değişiklik, gözlerde ve ciltte sarı renk değişikliği de görülebilmektedir. Daha ciddi durumlarda ise bulantı, kusma, karın ağrısı gibi semptomlar da ortaya çıkabilir.
Gebelik kolestazı, gebeliklerin yaklaşık %1-3'ünde görülmektedir. Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte çevresel, hormonal ve genetik faktörler bu durumun görülmesinde etkilidir. Ailesinde kolestaz olan gebelerde, çoğul gebeliklerde ve 35 yaş üstü gebeliklerde daha fazla görülmektedir.
Gebelik kolestazı tanısı için sadece kaşıntı olması yeterli değildir. Şüphelenilen vakalarda laboratuvar yöntemleri ile tanı netleştirilmelidir. Tanı için gebelikte kaşıntı ile birlikte safra asitlerinde ve karaciğer enzimlerinde artışında olması gerekmektedir. Hastalığın tanısında özellikle safta asitlerinin kan değerlerinin artışı önemlidir. Ayrıca kaşıntıya ve safra asiti/karaciğer enzimi yüksekliğine neden olabilecek diğer sebepler gerekli testlerde dışlanmalıdır.
Gebelik kolestazı, anne adayında ciddi kaşıntılara neden olmasından dolayı kaşıntıya bağlı olarak vücutta kalıcı iz ve yaralara sebep olabilir. Ayrıca tedavi edilmeyen ve hastalığın ilerlediği durumlarda karaciğerde hasara ve K vitamini yetersizliğine neden olabilir.
Kolestaz, anne karnındaki bebekte daha vahim sorunlara neden olabilir. Gebelik kolestazında gerekli önlemler alınmazsa, erken doğuma (prematürite), anne karnındaki bebeğin oksijensiz kalmasına ve ani bebek ölümüne neden olabilir. Gebelik kolestazı bebek için hayati tehlike oluşturabileceğinden dolayı uygun tedavi ve yakın izlem ile gebelik 37-38 haftaya ulaştığında doğum yaptırılması gerekebilir.
Çoğul gebeliklerin görülme sıklığı ülkeden ülkeye değişmektedir. En az sıklıkla uzak doğu ülkelerinde görülürken en sık ise Afrika ülkelerinde özellikle de Nijerya’da görülmektedir. Ülkemizde çoğul gebelik görülme oranı yaklaşık %1 civarındadır. Anne adayının doğum sayısı arttıkça ve yaşı ilerledikçe çift yumurta ikizliği daha sık görülmektedir. Bunun yanında infertilite (kısırlık) nedeniyle yapılan tedavilerde, yumurta sayısını artıran ve yumurtlamayı sağlayıcı ilaçların kullanılması birden fazla yumurta gelişmesine neden olacağından dolayı çift yumurta ikizliği oranını artırabilmektedir.
Çift yumurta ikizleri her zaman dikoryonik (iki plasentaya sahip) iken tek yumurta ikizlerinin üçte biri dikoryoniktir (iki plasentaya sahiptir). Çoğul gebeliklerin gebelik takibi sırasında en önemli basamak koryonisitenin saptanması olup ikiz gebeliğin monokoryonik (tek plasenta) veya dikoryonik (iki plasenta) olması farklı riskler taşır. Dolayısıyla ikiz bir gebeyle karşılaşıldığında öncelikli konu koryonisitenin doğru olarak belirlenmesidir. Gebeliğin başında koryonisitenin tespiti net bir şekilde yapılmalıdır. Koryonisitenin ultrasonla en iyi tespit edileceği zaman gebeliğin 6-10. haftaları arasıdır. Yani gebeliğin 6-10. haftaları arasında yapılacak olan ultrason değerlendirmesinde gelişecek olan plasenta sayısı saptanmaktadır.
Çoğul gebeliklerde kromozom anomalisi (Down sendromu gibi) açısından tarama testlerinin yapılması gerekmektedir. Ancak ikili, üçlü ve dörtlü tarama testlerinde plasentalardan sentezlenen hormon değerleri kullanıldığından çoğul gebeliklerde bu testlerin hata payı yüksek olmaktadır. Bu nedenle bu tip tarama testleri çoğul gebeliklerde tercih edilmemektedir. Çoğul gebeliklerde kromozom anomalileri için tarama testi olarak ultrasonografiyle değerlendirme yapılması daha uygun olmaktadır. Gebeliğin 11-13 haftaları arasında bebeklerin ense kalınlığı (NT), burun kemiği (NB), kalp kapakçığındaki akım özellikleri (triküspid kaçak) ve duktus venozus denilen damardaki kan akımı özelliklerini kombine ederek risk değerlendirmesi yapılmaktadır.
Çoğul gebeliklerde tıpkı tekil gebeliklerde olduğu gibi standart gebelik takibi yanında bebek sayısı ve plasenta sayısına göre takip planı yapılmaktadır. İkiz gebeliklerin takibinde önemli olan nokta koryonisitedir; yani plasenta (bebeğin eşi) sayısıdır. Yapılacak tetkikler tekil gebeliklerdeki gibi olmaktadır ancak bazı durumlarda istenecek tetkikler ve tetkik sıklığı artırılabilmektedir. Her çoğul gebeliğin kendine özgü durumları olabileceğinden dolayı her gebenin de takip planı farklı olabilmektedir.
Çoğul gebeliklerde doğum zamanı, bebek sayısı (ikiz, üçüz vs), koryonisite (plasenta sayısı) ve gebelik sürecinde ortaya çıkan durumlara göre belirlenir. Genel olarak baktığımızda tekil gebeliklerde bebeğin matürasyonu yani olgunlaşması 37 haftada, ikiz gebeliklerde 34 haftada ve üçüz gebeliklerde 32 haftada olmaktadır. Bu nedenle her hangi bir olumsuz durum olmayan çoğul gebeliklerde bu gebelik haftalarından sonra doğum planlanması amaçlanmaktadır.
Üçüz ve daha fazla bebek olan gebeliklerde doğum şekli sezaryen olmakla birlikte ikiz gebeliklerde bebeklerin duruş pozisyonları doğum şeklinin tercih edilmesinde etkilidir. Bunun yanında gebelik sürecinde oluşan komplikasyonlar da doğum şeklinin belirlenmesinde önemlidir.
Çoğul gebeliklerin görülme sıklığı ülkeden ülkeye değişmektedir. En az sıklıkla uzak doğu ülkelerinde görülürken en sık ise Afrika ülkelerinde özellikle de Nijerya’da görülmektedir. Ülkemizde çoğul gebelik görülme oranı yaklaşık %1 civarındadır. Anne adayının doğum sayısı arttıkça ve yaşı ilerledikçe çift yumurta ikizliği daha sık görülmektedir. Bunun yanında infertilite (kısırlık) nedeniyle yapılan tedavilerde, yumurta sayısını artıran ve yumurtlamayı sağlayıcı ilaçların kullanılması birden fazla yumurta gelişmesine neden olacağından dolayı çift yumurta ikizliği oranını artırabilmektedir.
Çift yumurta ikizleri her zaman dikoryonik (iki plasentaya sahip) iken tek yumurta ikizlerinin üçte biri dikoryoniktir (iki plasentaya sahiptir). Çoğul gebeliklerin gebelik takibi sırasında en önemli basamak koryonisitenin saptanması olup ikiz gebeliğin monokoryonik (tek plasenta) veya dikoryonik (iki plasenta) olması farklı riskler taşır. Dolayısıyla ikiz bir gebeyle karşılaşıldığında öncelikli konu koryonisitenin doğru olarak belirlenmesidir. Gebeliğin başında koryonisitenin tespiti net bir şekilde yapılmalıdır. Koryonisitenin ultrasonla en iyi tespit edileceği zaman gebeliğin 6-10. haftaları arasıdır. Yani gebeliğin 6-10. haftaları arasında yapılacak olan ultrason değerlendirmesinde gelişecek olan plasenta sayısı saptanmaktadır.
Çoğul gebeliklerde kromozom anomalisi (Down sendromu gibi) açısından tarama testlerinin yapılması gerekmektedir. Ancak ikili, üçlü ve dörtlü tarama testlerinde plasentalardan sentezlenen hormon değerleri kullanıldığından çoğul gebeliklerde bu testlerin hata payı yüksek olmaktadır. Bu nedenle bu tip tarama testleri çoğul gebeliklerde tercih edilmemektedir. Çoğul gebeliklerde kromozom anomalileri için tarama testi olarak ultrasonografiyle değerlendirme yapılması daha uygun olmaktadır. Gebeliğin 11-13 haftaları arasında bebeklerin ense kalınlığı (NT), burun kemiği (NB), kalp kapakçığındaki akım özellikleri (triküspid kaçak) ve duktus venozus denilen damardaki kan akımı özelliklerini kombine ederek risk değerlendirmesi yapılmaktadır.
Çoğul gebeliklerde tıpkı tekil gebeliklerde olduğu gibi standart gebelik takibi yanında bebek sayısı ve plasenta sayısına göre takip planı yapılmaktadır. İkiz gebeliklerin takibinde önemli olan nokta koryonisitedir; yani plasenta (bebeğin eşi) sayısıdır. Yapılacak tetkikler tekil gebeliklerdeki gibi olmaktadır ancak bazı durumlarda istenecek tetkikler ve tetkik sıklığı artırılabilmektedir. Her çoğul gebeliğin kendine özgü durumları olabileceğinden dolayı her gebenin de takip planı farklı olabilmektedir.
Çoğul gebeliklerde doğum zamanı, bebek sayısı (ikiz, üçüz vs), koryonisite (plasenta sayısı) ve gebelik sürecinde ortaya çıkan durumlara göre belirlenir. Genel olarak baktığımızda tekil gebeliklerde bebeğin matürasyonu yani olgunlaşması 37 haftada, ikiz gebeliklerde 34 haftada ve üçüz gebeliklerde 32 haftada olmaktadır. Bu nedenle her hangi bir olumsuz durum olmayan çoğul gebeliklerde bu gebelik haftalarından sonra doğum planlanması amaçlanmaktadır.
Üçüz ve daha fazla bebek olan gebeliklerde doğum şekli sezaryen olmakla birlikte ikiz gebeliklerde bebeklerin duruş pozisyonları doğum şeklinin tercih edilmesinde etkilidir. Bunun yanında gebelik sürecinde oluşan komplikasyonlar da doğum şeklinin belirlenmesinde önemlidir.
Genital siğiller genellikle cinsel ilişki / temas ile bulaşmaktadır. Cinsel ilişki dışında, vücudun farklı bölgelerinde bulunan siğillere temas edilmesiyle de yani direkt temas yoluyla da bulaşabilmektedir. Bunun yanında nadiren havuz, havlu, tuvalet gibi ortamlardan bulaştığı da bilinmektedir. HPV enfeksiyonunun bulaşma potansiyeli oldukça yüksek olup partnerler arası bulaşma riski %50-60’dır. Genital siğiller, oral, anal ve vajinal cinsel temasla bulaşmaktadır. Bulaşma oranının yüksek olması nedeniyle cinsel olarak aktif bireylerde hayat boyu genital siğil görülme oranı yaklaşık %50’dir. Korunmasız cinsel ilişki, cinsel partner sayısının fazla olması, erken yaşta cinsel ilişki, bağışıklık sisteminin zayıf olması enfeksiyonun bulaşma riskini artıran nedenlerdir.
Dış genital bölge, vajina, serviks (rahim ağzı), perianal bölge (makat çevresi) genital siğillerin görüldüğü bölgelerdir. Bununla birlikte genital siğilleri olan kişilerde ağız içi, boğaz, burun, göz çevresinde de siğiller görülebilmektedir.
Genital siğiller genellikle bulgu vermemekle birlikte; kaşıntı ve buna bağlı olarak kanama şikayetleri görülebilir. Genital siğiller, deriden kabarık ya da yassı, genellikle deri renginde, bazen pembe ve kahverengi tonlarında kabartılar şeklinde görülmektedir. Genital siğiller ilk ortaya çıktıklarında milimetrik boyutlarda olup, nadiren birkaç santimetreye kadar büyüyebilirler. Siğillerin ortaya çıkmasından sonra, sayısı ve boyutu artabilir, aynı kalabilir ya da kendiliğinden gerileyebilir.
Genital siğiller, HPV bulaştıktan sonra en erken 3 hafta içinde ortaya çıkmaktadır. HPV bulaştıktan sonra uzun yıllar vücutta sessiz kalabilmektedir. Bazen HPV’nin bulaşması sonrasında siğilin ortaya çıkma süresi 2 yıla kadar uzayabilmektedir. HPV bulaşması sonrası herkeste genital siğil ortaya çıkmayabilir çünkü HPV kişinin immün sistemi tarafından etkisiz hale getirilmektedir.
HPV’nin 100’den fazla tipi bulunmaktadır. HPV tiplerinin bazıları genital siğile neden olurken bazıları ise kansere neden olabilmektedir. HPV, kansere yol açma potansiyeline göre düşük, orta ve yüksek riskli olmak üzere üç gruba ayrılır. Genital siğillere en sık görülen HPV tip 6 ve 11 neden olur. Bunlar kanser gelişimi açısından düşük riske sahiptirler.
Genital siğillerin çoğu muayene ile tespit edilip tanı konulmaktadır. Ancak normal dışı görünümü olan siğillerde tanı için histopatolojik (biyopsi) inceleme yapılır. Cerrahi olarak alınan siğil patoloji bölümü tarafından değerlendirilerek tanı netleştirilir. Alınan bu doku örneğinden eş zamanlı olarak HPV tipi değerlendirilebilir. Klinik olarak siğil saptanan hastalarda serviks (rahim ağzı), kanser açısından yüksek riskli HPV tipleri, olası prekanseröz lezyon açısından smear testi ve yüksek riskli HPV varlığı açısından değerlendirilmelidir.
Genital siğil tedavisi medikal ve cerrahi tedavi olmak üzere iki şekilde olmaktadır. Medikal tedavide krem tedavisi, podofilin uygulaması ve triklor asetik asit uygulaması yapılabilir. Krem tedavisi hasta tarafından uygulanabilirken podofilin ve asit uygulaması doktor tarafından klinikte uygulanmaktadır. Krem tedavisi özellikle küçük lezyonların tedavisinde ve cerrahi sonrası siğillerin tekrar etmemesi için uygulanmaktadır. Krem ve podofilin tedavisi gebelikte uygun olmayıp gebelikte siğil tedavisinde medikal olarak asit tedavisi uygulanabilmektedir.
Cerrahi tedaviler ise kriyoterapi (dondurma), elektrokoter tedavisi (yakma) ve eksizyon (siğilin çıkarılması) şeklinde olmaktadır. Kriyoterapi ve elektrokoter uygulaması krem uygulamalarından daha etkili olup, hamilelerde de kullanılabilir. Kriyoterapi ve elektrokoter tedavisi küçük siğillere uygulanırken büyük siğillerin ise cerrahi yöntemle çıkarılması gerekebilir.
Genital siğiller genellikle cinsel ilişki / temas ile bulaşmaktadır. Cinsel ilişki dışında, vücudun farklı bölgelerinde bulunan siğillere temas edilmesiyle de yani direkt temas yoluyla da bulaşabilmektedir. Bunun yanında nadiren havuz, havlu, tuvalet gibi ortamlardan bulaştığı da bilinmektedir. HPV enfeksiyonunun bulaşma potansiyeli oldukça yüksek olup partnerler arası bulaşma riski %50-60’dır. Genital siğiller, oral, anal ve vajinal cinsel temasla bulaşmaktadır. Bulaşma oranının yüksek olması nedeniyle cinsel olarak aktif bireylerde hayat boyu genital siğil görülme oranı yaklaşık %50’dir. Korunmasız cinsel ilişki, cinsel partner sayısının fazla olması, erken yaşta cinsel ilişki, bağışıklık sisteminin zayıf olması enfeksiyonun bulaşma riskini artıran nedenlerdir.
Dış genital bölge, vajina, serviks (rahim ağzı), perianal bölge (makat çevresi) genital siğillerin görüldüğü bölgelerdir. Bununla birlikte genital siğilleri olan kişilerde ağız içi, boğaz, burun, göz çevresinde de siğiller görülebilmektedir.
Genital siğiller genellikle bulgu vermemekle birlikte; kaşıntı ve buna bağlı olarak kanama şikayetleri görülebilir. Genital siğiller, deriden kabarık ya da yassı, genellikle deri renginde, bazen pembe ve kahverengi tonlarında kabartılar şeklinde görülmektedir. Genital siğiller ilk ortaya çıktıklarında milimetrik boyutlarda olup, nadiren birkaç santimetreye kadar büyüyebilirler. Siğillerin ortaya çıkmasından sonra, sayısı ve boyutu artabilir, aynı kalabilir ya da kendiliğinden gerileyebilir.
Genital siğiller, HPV bulaştıktan sonra en erken 3 hafta içinde ortaya çıkmaktadır. HPV bulaştıktan sonra uzun yıllar vücutta sessiz kalabilmektedir. Bazen HPV’nin bulaşması sonrasında siğilin ortaya çıkma süresi 2 yıla kadar uzayabilmektedir. HPV bulaşması sonrası herkeste genital siğil ortaya çıkmayabilir çünkü HPV kişinin immün sistemi tarafından etkisiz hale getirilmektedir.
HPV’nin 100’den fazla tipi bulunmaktadır. HPV tiplerinin bazıları genital siğile neden olurken bazıları ise kansere neden olabilmektedir. HPV, kansere yol açma potansiyeline göre düşük, orta ve yüksek riskli olmak üzere üç gruba ayrılır. Genital siğillere en sık görülen HPV tip 6 ve 11 neden olur. Bunlar kanser gelişimi açısından düşük riske sahiptirler.
Genital siğillerin çoğu muayene ile tespit edilip tanı konulmaktadır. Ancak normal dışı görünümü olan siğillerde tanı için histopatolojik (biyopsi) inceleme yapılır. Cerrahi olarak alınan siğil patoloji bölümü tarafından değerlendirilerek tanı netleştirilir. Alınan bu doku örneğinden eş zamanlı olarak HPV tipi değerlendirilebilir. Klinik olarak siğil saptanan hastalarda serviks (rahim ağzı), kanser açısından yüksek riskli HPV tipleri, olası prekanseröz lezyon açısından smear testi ve yüksek riskli HPV varlığı açısından değerlendirilmelidir.
Genital siğil tedavisi medikal ve cerrahi tedavi olmak üzere iki şekilde olmaktadır. Medikal tedavide krem tedavisi, podofilin uygulaması ve triklor asetik asit uygulaması yapılabilir. Krem tedavisi hasta tarafından uygulanabilirken podofilin ve asit uygulaması doktor tarafından klinikte uygulanmaktadır. Krem tedavisi özellikle küçük lezyonların tedavisinde ve cerrahi sonrası siğillerin tekrar etmemesi için uygulanmaktadır. Krem ve podofilin tedavisi gebelikte uygun olmayıp gebelikte siğil tedavisinde medikal olarak asit tedavisi uygulanabilmektedir.
Gebelikte egzersizin yararları şöyle sıralanabilir;
• Dolaşım ve sindirim sistemlerinin işlevlerini düzenler.
• Anne adayının kilo alımını dengede tutar.
• Vücudun dayanıklılık ve kuvvetin artırılmasına yardımcı olur.
• Doğum için gereken kas aktivitesini destekler.
• Doğum sırasındaki olası sorunların azaltılmasını sağlar.
Ultrasonografi, ses dalgalarının kullanılarak görüntüleme yapılmasına olanak sağlayan bir tetkik olup gebelik takibinin vazgeçilmez bir aracıdır. Çünkü anne karnındaki bebeğin (fetus) muayenesi ultrasonografi ile yapılmaktadır. Ultrasonografi ile fetus muayenesinde; bebek sayısı (çoğul gebelikleri saptamak; ikiz gebelik gibi), kalp atışı varlığı (bebeğin canlılığının ispatı), bebeğin suyunun yeterliliği, bebeğin eşinin (plasenta) yeri ve yapısının görüntülenmesi yanında bebeğin büyüklüğü (kilosu) ve anatomisi (organ gelişimi) değerlendirilmektedir. Fetusun ultrasonografi ile muayenesi gebeliğin her üç döneminde de yapılmakla birlikte, bazı özellikli muayene değerlendirmeleri belli gebelik dönemlerinde yapılmaktadır. Buna örnek olarak gebeliğin ikinci döneminde (18-23 hafta) yapılan fetus muayenesi gösterilebilir. Bu muayeneye halk arasında ayrıntılı veya ikinci düzey ultrason olarak bilinir. Bu muayenede fetusun tüm sistemleri (organları) ultrasonografi ile muayene edilmektedir. Fetusun bu muayenesi fetusta olan yapısal anomalilerin yaklaşık %60-80 oranında saptanmasına olanak sağlamaktadır.
Teknolojinin ilerlemesi ile çözünülürlüğü daha yüksek ultrason cihazlarının gelişmesi ve fetus ile ilgili tıbbi bilgilerin gelişmesi, fetusun anatomik muayenesinin daha erken gebelik haftalarına çekilmesine olanak sağlamıştır.
Gebeliğin ilk üç ayında yapılan ultrasonografi ile kromozom bozukluklarının araştırıldığı ikili tarama testi için bebeğin boyunun (baş – popo mesafesi) ve ense kalınlığının (ense saydamlığı) ölçümü rutin olarak yapılmaktadır. Bu konuda eğitim almış hekimlerin gelişmiş cihazlar kullanarak gebeliğin ilk üç ayında (11-14 hafta arası) ikili testin doğruluk oranını artıran doppler ölçümlerini (duktus venosus doppleri ve triküspit kapak doppleri) yapmalarına olanak sağlamaktadır.
Fetusun ense kalınlığı ölçümü ve kan tetkikleri (PAPP-A ve hCG) ile yapılan ikili testte Down Sendromunu tanıma oranı %80-85 iken yukarıda belirtildiği gibi burun kemiği değerlendirmesi, duktus venosus doppleri ve triküspit kapak doppleri ölçümlerinin de kullanılması ile bu oran %90-95'e yükselmektedir. Gebeliğin ilk döneminde yani ilk üç ayda (11-14 hafta arası) fetusun ayrıntılı anatomik muayenesi de yapılabilmektedir. Yukarıda bahsedildiği gibi ikinci dönemde yapılan ayrıntılı muayenede %60-80 oranında fetusta olabilecek anomaliler saptanabilirken ilk dönemde yapılan detaylı değerlendirmede de %50 oranında anomaliler saptanabilmektedir.
Anomalilerin 18-23 hafta (fetus 5 aylıkken) saptanması yerine daha erken olan 11-14 haftada (fetus 3 aylıkken) saptanması, gerekecek tıbbi müdahale şansının da daha erken yapılmasına olanak sağlamaktadır. Gebeliğin ilk döneminde (11-14 hafta) fetusun baş, beyin, boyun, yüz, kalp, göğüs kafesi, omurga, karın (mide, böbrekler, idrar torbası), karın duvarı (göbek kordonu girişi), kollar ve bacakların değerlendirilmesi mümkün olmaktadır. Bunlara ilave olarak fetusta kromozom anomalilerine işaret eden (kromozom anomalisi olma ihtimalini artıran) bazı durumların (koroid pleksus kisti, kardiak hiperekojen odak, pelviektazi, hiperekojen barsak gibi) da varolup olmadığı saptanabilmektedir.
Sonuç olarak; gebeliğin 11-14 haftaları arasında fetusun detaylı ultrasonografi muayenesi yapılabilmektedir. Bu muayene ile hem ikili tarama testinin doğruluk oranı artmakta hem kromozom anomalilerine işaret eden bazı bulguların saptanmasına olanak sağlanmakta hem de fetusta olabilecek anomaliler (sakatlıklar) %50 oranında saptanabilmektedir. Bu nedenle gebeliğin 11-14 haftasında sadece ikili tarama testi için gerekli olan ense kalınlığı ölçümü yanında fetusun detaylı ultrasonografik muayenesinin de yapılması akılcı görülmektedir.
ULTRASONDA BEBEK KAÇINCI HAFTADA GÖRÜLÜR?
[fotogaleri=2601,2088,3668]
Gebelik şekeri (gestasyonel diyabet), gebeliğin ikinci yarısında yani gebeliğin 6. ayından sonra ortaya çıkan ve gebelikten sonra kaybolan bir durumdur. Gebelik şekeri, gebelikteki hormonal değişiklikler nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Bu noktada akla gelen soru, her gebede benzer hormonal değişikliklerin olmasına rağmen neden her gebede bu durumun görülmediğidir. Bu konu ile ilgili yapılan araştırmalar, gebelik şekeri olan hastaların insülin reseptörlerinin bozukluk olduğunu göstermiştir. Bu nedenle gebelikte şeker hastalığı çıkanlar hem sonraki gebeliklerde hem de ileriki yaşlarda şeker hastalığına daha fazla oranda yakalanmaktadır.
Gebelik şekeri tanısı, gebeliğin 24. ve 28. haftaları arasında yapılan şeker yükleme testi ile konulmaktadır. İki tip şeker yükleme testi tüm dünyada kabul görmektedir. İlki; günün her hangi bir zamanında 50 gram glukoz içilmesini takiben 1 saat sonra kan şekeri ölçümü ile yapılır. Eğer değer 140mg/dl altında çıkarsa hastalık olmadığı kabul edilir. Kan şekeri değeri 140mg/dl üzerinde çıkarsa 100 gram şeker yükleme testi yapılarak tanı kesinleştirilmelidir. İkincisi ise; 75 gram şeker yükleme testidir. Bu test sabahleyin aç karnına yapılmalıdır. Tek basamaklı test olduğu için ikinci kez yükleme yapılmasına gerek kalmamaktadır.
Hayır. Şeker yükleme testlerinin anne veya bebeğe zarar verdiğine dair şimdiye kadar hiçbir durum görülmemiştir. Gebe tarafından içilen şekerin direkt bebeğin vücuduna geçmesi gibi bir durum söz konusu değildir. İçilen şeker gebenin barsaklarından emilerek vücuda dağılmaktadır. İçilen şeker aşırı miktarda olmayıp aslında 1 dilim pastada olan şeker miktarı ile hemen hemen aynıdır. Test esnasında içilen şekerin midede geçici osmotik imbalansa neden olmasından dolayı mide boşalmasında gecikme, bulantı ve kusma görülebilmektedir. Ancak bu etkiler test esnasında olup testten hemen sonra kaybolmaktadır. Şekerin içerisine bir miktar limon sıkılması bu etkilerin ortaya çıkmasını engellemektedir.
Gebelik şekeri varsa kan şekeri test esnasında yükselecektir. Böylece tanı konulup tedavi ile şeker hastalığı kontrol altına alınacaktır. Ancak bu testlerin yapılmaması durumunda şeker hastalığı tanısı konulamayacağı için gebelik süresi boyunca hem anne hem de bebek yüksek şekere maruz kalacaktır.
Gebelik şekeri, tedavisi olan bir hastalıktır. Bundan dolayı gebelik şekeri tüm gebelerde araştırılmaktadır. Gerek diyet ve spor gerekse insülin tedavisi ile hastalık kontrol altına alınarak kan şekeri düzeyleri gebelik boyunca normal sınırlarda tutulabilir. Gebelik şekeri tedavisi ile gebelik zehirlenmesi (preeklampsi), aşırı kilolu bebek (makrozomi), zor doğum, doğumda omuz takılması ve buna bağlı bebekte kol hasarı ve ölü doğum gibi riskler %50-60 oranında azalmaktadır.
Gebelik şekeri (gestasyonel diyabet), gebeliğin ikinci yarısında yani gebeliğin 6. ayından sonra ortaya çıkan ve gebelikten sonra kaybolan bir durumdur. Gebelik şekeri, gebelikteki hormonal değişiklikler nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Bu noktada akla gelen soru, her gebede benzer hormonal değişikliklerin olmasına rağmen neden her gebede bu durumun görülmediğidir. Bu konu ile ilgili yapılan araştırmalar, gebelik şekeri olan hastaların insülin reseptörlerinin bozukluk olduğunu göstermiştir. Bu nedenle gebelikte şeker hastalığı çıkanlar hem sonraki gebeliklerde hem de ileriki yaşlarda şeker hastalığına daha fazla oranda yakalanmaktadır.
Gebelik şekeri tanısı, gebeliğin 24. ve 28. haftaları arasında yapılan şeker yükleme testi ile konulmaktadır. İki tip şeker yükleme testi tüm dünyada kabul görmektedir. İlki; günün her hangi bir zamanında 50 gram glukoz içilmesini takiben 1 saat sonra kan şekeri ölçümü ile yapılır. Eğer değer 140mg/dl altında çıkarsa hastalık olmadığı kabul edilir. Kan şekeri değeri 140mg/dl üzerinde çıkarsa 100 gram şeker yükleme testi yapılarak tanı kesinleştirilmelidir. İkincisi ise; 75 gram şeker yükleme testidir. Bu test sabahleyin aç karnına yapılmalıdır. Tek basamaklı test olduğu için ikinci kez yükleme yapılmasına gerek kalmamaktadır.
Hayır. Şeker yükleme testlerinin anne veya bebeğe zarar verdiğine dair şimdiye kadar hiçbir durum görülmemiştir. Gebe tarafından içilen şekerin direkt bebeğin vücuduna geçmesi gibi bir durum söz konusu değildir. İçilen şeker gebenin barsaklarından emilerek vücuda dağılmaktadır. İçilen şeker aşırı miktarda olmayıp aslında 1 dilim pastada olan şeker miktarı ile hemen hemen aynıdır. Test esnasında içilen şekerin midede geçici osmotik imbalansa neden olmasından dolayı mide boşalmasında gecikme, bulantı ve kusma görülebilmektedir. Ancak bu etkiler test esnasında olup testten hemen sonra kaybolmaktadır. Şekerin içerisine bir miktar limon sıkılması bu etkilerin ortaya çıkmasını engellemektedir.
Gebelik şekeri varsa kan şekeri test esnasında yükselecektir. Böylece tanı konulup tedavi ile şeker hastalığı kontrol altına alınacaktır. Ancak bu testlerin yapılmaması durumunda şeker hastalığı tanısı konulamayacağı için gebelik süresi boyunca hem anne hem de bebek yüksek şekere maruz kalacaktır.
Gebelik şekeri, tedavisi olan bir hastalıktır. Bundan dolayı gebelik şekeri tüm gebelerde araştırılmaktadır. Gerek diyet ve spor gerekse insülin tedavisi ile hastalık kontrol altına alınarak kan şekeri düzeyleri gebelik boyunca normal sınırlarda tutulabilir. Gebelik şekeri tedavisi ile gebelik zehirlenmesi (preeklampsi), aşırı kilolu bebek (makrozomi), zor doğum, doğumda omuz takılması ve buna bağlı bebekte kol hasarı ve ölü doğum gibi riskler %50-60 oranında azalmaktadır.
Genital bölge renk koyulaşmasının nedenleri; yaşın ilerlemesi, genetik yatkınlıklar, enfeksiyonlar (sık mantar enfeksiyonu), hormonal değişiklikler, gebelik, sık pudra kullanımı, aşırı kilo alımı, sıkı ve sentetik iç çamaşırı kullanımı şeklinde sıralanabilir.
Bu renk değişimi görsel açıdan bazı kadınları rahatsız etmektedir. Eşler arasında kendini yetersiz hissetme ve partneri tarafından beğenilmeme gibi psikolojik sıkıntılara neden olabilmektedir.
Günümüzde genital beyazlatma için en basit ve kalıcı yöntem lazer uygulamalarıdır. Eskiden asitli kimyasallar (krem, solüsyon) ve bitkisel yöntemler (zeytin yağı, limon ve zerdeçal) kullanılmıştır. Ancak bu yöntemlerle yeterli ve kalıcı çözümler sağlanmamaktadır.
Kozmetik jinekolojide beyazlatma işlemi için fraksiyone karbondioksit ve erbium yag (er-yag) lazer kullanılmaktadır. Genital bölgeye uygulanan lazerin amacı epidermisdeki renk yapıcı hücre olan melanositleri öldürmek ve birkaç milimetre derinlikteki epidermisin dökülmesine neden olup alttan yeni ve parlak cilt tabakasının oluşmasını sağlamaktır. Aslında cildin üst kısmının soyulması yani peeling işlemi olmaktadır. Bu işlem minimal düzeyde ağrı yapmaktadır. Ağrı hassasiyeti olan kişilerde lokal anestezik kremler sonrası uyuşturularak işleme devam edilir.
İşlem oldukça basittir, uzman kişilerin kullandıkları lazer probları ile 15-20 dakika sürmektedir. Dış genital bölgenin üst kesimi (vulva), dudaklar ve anal bölgeye uygulanabilir. Genellikle 1 seans yeterliyken bazı olgularda 2 veya 3 seans gerekebilir.
İşlemden üç gün önce genital bölgeye krem sürmek, traş etmek, bronzlaştırmayı artıracak cihazlara maruz kalmamak gerekir. İşlem sonrası ise rahat kıyafetler giymek acı ve hassasiyet oluşmasını önlemektedir. Kişi işlem sonrası aynı gün iş hayatına dönebilir. Lazer işleminden 1-2 gün sonra şişlik ve hafif kızarıklık olabilir, bunlar çok kısa sürede geçmektedir. Ayrıca işlem sonrası oluşan renk koyulaşması normaldir; ölü hücrelerin meydana getirdiği bu durum geçicidir. Lazerli cilt soyulduktan sonra alttan parlak, beyaz ve canlı bir cilt dokusu gelmektedir.
Bu işlem sadece cildin birkaç milimetrelik derinlikteki kısmına uygulanmaktadır. Dolayısıyla, rahim, yumurtalıklar ve tüplere zararı yoktur. Kısırlık, yumurtalarda fonksiyon kaybı gibi komplikasyonlara neden olmamaktadır. Gebelikte uygulanması uygun olmayabilir.