Paylaş
İstanbul’dan arabasıyla Güney’e inen bütün arkadaşlarım beni arıyor. “Koy kahveyi ocağa, ver ekmeği fırına bir saate sendeyiz. Sende biraz mola verip, Bodrum’a devam ederiz.”
Halbuki İstanbul’da yaşarken böyle miydi ya? Göremezdik böyle kolay kolay birbirimizin gül yüzlerini. Diyelim ki, buluşmak için ip cambazı titizliğinde her şeyi, ama her şeyi ayarladık, gökteki yıldızların açısını bile tam tutturduk... Ama çalışmadığın bir yerden öyle bir tokatlar ki, seni o zalim İstanbul, tak diye çelmesini öyle bir takar ki ayağına, bakarsın yine tökezlemiş ve buluşamamışsın. Hadi canım hadi, başka bir bahara hayırlısıyla dersin arkadaşına. Çabucak konuyu kapatırsın.
Çünkü, ortalama bir insan ömrü yetmez, öyle ha deyince buluşmalara İstanbul’da.
Ebru Keser Erda, arkadaştan da öte kardeş kontenjanından girmiştir defterime. Ta Milattan Önce (M.Ö.) Kanal D’de yıllarca birlikte yaptığımız ve maceradan maceraya koştuğumuz ‘Devriye’ programı sayesinde, dünyanın dört bir yanından öyle unutulmaz anılar biriktirdik ki, heybemizde dolayısıyla Japon tutkalıyla yapıştık birbirimize.
Yurtdışında bir yerlerde tek başıma yürürken ben, yani Ebru yanımda yokken, bir Türk’ün diğerini dürtükleyip beni göstererek “Aaaaa bak Ebru’yla Bilge” dediğini bilirim mesela. Hoppala, ama şu an Ebru yok ki, yanımda! Zeki ile Metin, Edi ile Büdü gibi olmuşuz düşün.
Neyse dün ailecek İzmir’den geçerlerken, çat kapı buluştuk onunla da. Ama tanımadığım bir genç de var yanlarında.
“Bu delikanlı da Çağatay, otostopçu. Yollardan toparladık onu” diye tanıştırdı Ebru.
Kız dedim, korkmadınız mı bir yabancıyı arabanıza almaya, sonu faciayla biten böyle ne haberler yapmıştık hatırlasana zamanında...
Mahçup, ama bir o kadar da sevimli otostopçunun yüzüne baka baka...
Tabii, Ebru’lar yol boyunca didik didik didiklemişler otostopçuyu. Bütün hikayesini öğrenmişler.
Sen kalk İstanbul’da bir firmada satış müdürüyken ve daha 20’lerindeyken bas istifayı. Reddet, düzenli iş hayatını. Düş yollara. Bir çadır ve bir hamakla. Gittiğin yerlerde lokanta, bar ya da pansiyonlarda karın tokluğuna günü birlik işler bul.
Anlam veremiyor, bütün bu insanların hep daha çok, hep daha çok mala mülke, ıvır zıvıra sahip olma arzusuna... Bir tek karnım doysun, diyor, başka hiçbir şeyde gözüm yok bu hayatta...
Çağatay gibi düşünüp, yaşayanlar dolu bu dünyada. Tabii, bu sayede harıl harıl tartışma konusu çıktı bize de... Gençken yapabilir miydik böyle birşeyi? Ya da çocuklarımız böyle yaşasın ister miydik? Yok, yok korkardık bir kere. Kolaymış gibi gelse de aslında çok da riskler içermiyor mu, böyle bir hayat kendi içinde? Peki, hangi hayat risksiz ya da tehlikesiz ki?
Dedim ki Ebru’ya bir dahaki molanda sırasıyla bir milyoner, bir şarkıcı, bir de jonglör getir yanında.
Eğlenceli oluyormuş, başka başka hayatları da yatıralım masaya. Empati kuralım onlarla.
Teşekkür ediyorum Çağatay’a. Gençliğin o biraz tasasız, biraz “Olur, olur bal gibi olur...”, “Bu da gelir, bu da geçer...” havalarını getirdiği için yanımıza.
Mutluluklar diliyorum ey tatlı okur sana da... Doğru bildiğin, kendi yolun ve hayatında...
Paylaş