BAŞLIKTAKİ söz bir hadis, İslam Peygamberi’nin sözü! Aslında bu söz bir değil iki cümlelik ve şöyle: “Sizler inanmadıkça cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” (Müslim I, Kitab al-İman, s. 113). Hz. Peygamber bu sözü ile ne demek istemişti acaba? Birbirini sevmesi gerekenler kimlerdi ve birbirini sevmek ne demekti? Birbirini sevmesi gerekenlerden kasıt sadece aynı aileden olanlar, aynı milletten olanlar veya aynı dine mensup olanlar mıydı? Fakat onlar zaten birbirlerini sevmek zorundaydı ve seviyorlardı. Aksi halde hayat nasıl devam eder? Öyleyse kimlerdi bu bizim inancımızın sınanmasında ölçü olan ve cennete gidip gitmeyeceğimizi belirleyecek kadar önemli olan sevgi?
VATAN SEVGİSİ DOĞUŞTAN
Hiçbir insan anne-babasını, milliyetini, dinini seçerek doğmak şansına sahip değil. En zengin, en medeni ortamda doğan birinin bunun için teşekkür etmesi gerekecekse, en fakir, en gayrimedeni ortamda doğan birinin bundan yakınması mı gerekecek? Fakat herkes kendi anne-babası, milleti, medeniyeti ve dini ile o kadar iftihar etmekte ki, onun için, hatta onun taşı, toprağı, hayvanı ve bitkisi için savaş vermekte. Uğrunda savaştığımız, çalışıp çabaladığımız toprak, canlı ve cansız varlıklar kimler ve neler? Yaradan’ın bize emanet etmiş olduğu yeryüzünün parçaları değil mi! Allah bu parçaların sevgisini içimize koymuş, bu sevgi ile doğuyoruz.
BAŞKASINA SEVGİ ÖĞRENİLECEK
HİCRETİN dokuzuncu yılında Müslümanlar Şam’da toplanan güçlü Bizans ordusu ile çarpışmak üzere ordu hazırlamak zorunda kalmışlardı. Bu, Hz. Peygamber’in en son ve en zor askeri hareketi olarak kaydedilmiştir. Suriyeli Hıristiyanlar Bizans İmparatoru Heraklius’a, Müslümanların zayıf durumda olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, zaferin ve onları Hıristiyanlığa kazanmanın tam vakti olduğunu yazmışlar, haberi de Müslümanlara duyurmuşlar. Hz. Peygamber zaten kuzey sınırının güvende olmadığını biliyordu. Haberi alınca seferberlik ilan ediyor, müminleri yardıma çağırıyor. Havaların sıcak ve kurak olduğu zamandır, kıtlık vardır, müminler ellerinde geleni yaparlar, yapamayanlar üzülürler. İslam’ın aleyhinde olanlar her türlü menfi propagandayı yapar, öyle ki, müminlerden de ihmalcilik göstererek sefere katılmayanlar olur.
MAZERETSİZ ÖZÜRLÜLER
Müminlerin ordusu Tebük denilen mevkiden ileri geçmez, Hz. Peygamber etrafa keşif heyetleri göndererek duruma bakar, savaşa girişen ordu olmayınca geri döner. Bu arada Şam yöresinde bulaşıcı bir hastalık olduğu haberi gelir. Ordu ramazanın ilk günlerinde Medine’ye ulaşır. Hz. Peygamber önce Mescid’e uğrar, iki rekat namaz kılar, sefere katılmamış olanlar tek tek gelip sözde özürlerini beyan ederler. Özürleri gerçek olmasa da dinlenirler, içyüzleri Allah’a havale edilir. Üç sahabe vardır ki, onlar mazeret uyduramazlar, doğruyu söylerler. Hz. Peygamber sahabeyi bu üçü ile görüşüp konuşmaktan men eder. Onlar bir köşede yalnız kalırlar, dünyaları başlarına yıkılır. Kırk gün geçince Hz. Peygamber eşlerine de bunlardan ayrı durmalarını bildirir. Elli gün olur, bu üç sahabenin affedildiği ayeti iner.
AZABINDAN AFFINA
KADİR, Kuran’ın indirilmeye başlandığı gecedir. Hz. Peygamber’in ilk vahyi aldığı gece ‘kudret gecesi, haşmet gecesi’ anlamındaki bu isimle tanımlanmıştır. Bu isimde bir sure de vardır. Bu sure sadece beş ayettir, mealen şöyledir: “Biz onu Kadir Gecesi’nde indirdik. Bilir misin nedir Kadir Gecesi? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. O gece melekler ve ruh, Rablerinin izniyle bölük bölük inerler. Ta şafak vaktine kadar selamettir o gece!” Ramazanın
diğer günlerinde oruç tutamamış olanlar bile bu günü oruçlu geçirmeye çalışırlar. Akşama doğru pişiler hazırlanır, helvalar dökülür, komşulara dağıtılır. Camilerde ve müsait evlerde toplanılır, birlikte dualar edilir. Bütün bunlar Kuran’ın inişini kutlamak içindir.
İBADET YARIŞI
Yapılan ve yapılmaya başlanan iyi işlerin, bin ay süre ile yapılmış gibi, bin katı ile değerlendirileceği bu gecede müminler, büyük ümitlerle, ibadette kendi kendileri ile yarışa girerler. Çoğu zaman sorarlar, ‘Ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım’ diye. Hz. Peygamber buyurmuştur ki, ibadet yetmiş nevidir, en faziletlisi helal kazanmaktır. Demek ki, öncelikle kazanma tarzımızı gözden geçireceğiz ve bir ayıklama yapmaya karar vereceğiz. Kazancı helalleştirmek birinci ibadet olacak. Unutmayacağız ki, ibadet denilince sadece namaz, oruç, hac, zekât anlaşılmayacak. Fakat yetmiş nevi ibadet neler olabilir diye düşünülecek.
YETMİŞ NEVİ İBADET
İMSAK sözü ‘kendini tutmak, bir şeyden el çekmek’ demektir. Ramazan ayında oruç tutacak kimsenin sahur sonrasında sabah ezanı ile birlikte yeme ve içmeyi tamamen bırakmasına da imsak denilmiştir. İmsak vakti ile sabah namazının girme vakti aynı oluyor. İmsak kelimesinin karşıtı iftardır. Yani oruç ibadeti imsakla başlar, iftarla sona erer. Hz. Peygamber’in sağlığında ezanı okuyan iki müezzinden biri olan Bilal ezanı erkenden okurken, diğeri İbn Ummi Mektum ise geç okur. Sahabe bunu Hz. Peygamber’e arz etmiş ve sormuşlardır, biz hangisine uyalım diye. Cevap şöyle kaydedilmiş: “Bilal’in okuduğu ezan sizi sahur yemeğinden alıkoymasın. Çünkü o ezanı henüz gece iken okur, amacı gece namazı kılmakta olanlara sabahın yaklaştığını bildirmek, hâlâ uykuda olan varsa uyandırmaktır. Siz Abdullah İbn Ummi Mektum’a uyunuz”.
İhtiyat tedbiri
Hz. Peygamber imsak vakti için Abdullah İbn Ummi Mektum’a uyulmasını tavsiye ediyor. Çünkü o gözleri görmeyen bir kimsedir, kendisine sabah oluyor denmedikçe ezanı okumaz (Buhari, Ezan bölümü). Ayette “tan yeri ağarıncaya kadar” deniliyor ya, Hz. Peygamber buna göre davranılmasını istiyor, o zaman sorun kalmıyor. Oysa zaman içinde Abdullah İbn Ummi Mektum’a değil, Bilal’ın erken okumasına uyulmaya başlanmış. Hz. Peygamber’in uyarısına rağmen karanlıkta oruca başlamak ihtiyat tedbiri sayılarak sünnete aykırı davranılmış. Mesela 15. yüzyılda sahurun bitiş alameti olarak erkenden minarelerdeki kandiller söndürülmeye başlanmış. ‘Yalancı fecir’ denen henüz gece sayılan zamanda, sabah namazı vakti girmemişken sahur vaktinin sona erdirilmesi o zaman hoş karşılanmamış, bidat sayılmış (H. Atay, Kuran’a göre araştırmalar).
Dinde kolaylık esas
HALKA yönelik dini kitaplar genellikle mesnevi tarzında yazılmış, konular sürükleyici hikâyelerle etkili kılınmaya çalışılmış, inanılırlığını sağlamak için de mutlaka bir hadise bağlanmaya özen gösterilmiş. Hz. Peygamber sohbetlerinde Arap atasözleri ve darbımesellerden, bazen de eski kutsal kitaplardan nakiller yaparmış. Bazen onlara yeni yorumlar getirir, bazen anlatmak istediği şeyi vurgulamak için, bazen de sırf örnek veya şaka olsun diye onları tekrarlarmış. Bu gibi sözleri, hatırladıkları kadarıyla ve üzerine kendi ilavelerini yaparak nakletmiş olanların sözleri de hadis kitaplarına girebilmiş. Hadis söz demek ya, sözler sözlere eklenmiş.
Hadis Türkçede Peygamber sözü
Hadis Arapça bir kelime ve söz demek, Türkçe hadis ise sadece Hz. Peygamber’in sözleri anlamında kullanılmış. Bu yüzden hadis kitaplarındaki her söz, genellikle nakledenin Hz. Peygamber’den dinlemiş olduğu tahkik edilmeden, hadis olarak alınmış ve kullanılmış, bu usul günümüzde de devam etmektedir. Hz. Peygamber’in İslam’ı öğretmek için söylediği, Kuran’ı açıklayıcı sözler olan gerçek hadislerin yanı sıra, bu karışık ifadeler insanların zihinlerinde yer etmiş ve davranışlarını yanlış yönde yönlendirebilmiş. Herkes hadis tahkikçisi olamaz, fakat Hz. Peygamber’e yalan isnatta bulunmanın sorumluluğu ağır. Bir yanlış söz veya yorum asırlarca kalıcı olabilmekte ve insanları mutsuz edebilmektedir. Diğer insanların sözlerinin Peygamber sözü hadislerle birlikte en güvenilir hadis kitaplarına girdiğini, en yetkili kuruluşlarımızın bile onları -maalesef- tahkiksiz, tenkitsiz basmaya devam ettiklerini görmemiz gerek.
Damdan atmış kendini
Veda Haccı’ndaki hutbesinde, “Kim bilir belki sizinle bir daha görüşemem” demişti. Ölümünden bir ay önce yeni bir sefer için hazırlığa giriştiğine göre, hastalığının ani olduğuna hükmedilmiştir. Hicretin 11. yılıdır. Bir gece kalkıp şehrin mezarlığına gider, ölmüşleri için uzun uzun dua eder. Eve döndüğünde başının çok ağrıdığını söyler. Ertesi gün hastalığı ağırlaşır, artık odasından çıkamaz olur.
SON HUTBE
Çok sıcak bir gündür, soğuk su ister. Şehrin bütün kuyularından sular getirip karıştırılır, başı ıslatılır. Bu bir Arap âdetidir, ferahlık vereceğine inanılır. Biraz iyileştiğini hisseder, yatağından çıkar, mescide gider, minbere oturur, şehitler için dua ederek sözlerine başlar. Sözleri not edilmiştir, bir özet şöyledir: “Ey insanlar, birinizin sırtına vurdumsa işte sırtım gelsin vursun. Birinize ağır bir söz söyledimse, gelsin ve benden hakkını alsın. Birinizin malından almışsam, işte malım gelsin alsın. Rabbime ayıpsız varabilmem için bu gereklidir.” Bu sırada cemaatten biri birkaç metelik alacağı olduğunu söyler, hemen ödenir. “Peygamberlerin mezarlarını tapınak haline getirenleri Allah lanetlemiştir, sakın mezarımı tapınak haline getirmeyin!”
SON NAMAZ
Aslında herkes her an dua halindedir, günlük ibadetlerinde kusur edebilen insanlar, dualarında kusur etmezler. Kuran’da duaların kabul edileceği sözü verilmiş, dua edenler övülmüştür. Mümin (ayet 60) isimli surede Allah, “Bana dua edin, kabul edeyim”, Bakara suresinde (ayet 186) “Ben çok yakınım, dua ettiği zaman dua edenin dileğine karşılık veririm” demiştir. Hz. Peygamber’in ifadesi ile dua ibadetin özüdür ve Yüce Allah buyurmuştur ki, kulum bana iki elini kaldırıp dua ederse, onu geri çevirmekten utanırım.
ÖRNEK DUALAR
Kuran-ı Kerim’de duası kabul edilenlerden örnekler verilmiştir. Bunlardan çok önemli birisi Al-i İmran suresinde anlatılmış ve sureye de isim olmuş olan İmran ailesinin duasıdır. Yüce Allah İmran ailesini çok büyük olaylarla sınavdan geçirmiş, terbiye etmişti. Ailenin en son ve en büyük sınavı İsa peygamber ile olan sınavıydı, bunu bilmemiz dualarımızı değerlendirmemizde çok önemlidir. Aileden birinin uzun yıllar mutlu yaşamalarına rağmen çocukları olmamıştı. Çocukları olmasını çok arzu ediyorlar, bunun için sürekli dualar ediyorlardı. Kadın dualarını o kadar ileri götürmüştü ki, eğer bir çocuğu olursa onu mescidin hizmetine adamıştı. Duası Yüce Allah katında kabul olmuş, bir çocuk dünyaya getirmişti. Fakat çocuk bir kızdı, kızlar mescide kabul edilmezdi. Kadın dua ederken çocuğunun erkek olacağını da kabul etmiş olmalıydı.
KIZ, ERKEK GİBİ DEĞİLDİR
HİCR, Arap Yarımadası’nda, Medine ile Şam arasında, eski bir şehrin ismidir. Kuran-ı Kerim 15. suresinde bu şehrin yaşamış insanları ile ilgili öğütler vermiştir. Surenin indiği tarihte, ticaret kervanlarının yolları üzerindeki kayalara oyulmuş yazıtların, Hicr halkından söz ettiği kabul ediliyordu. Hicr bölgesi Arabistan’ın özeneceği şekilde çok verimli, bağlık bahçelik, yemyeşil bir alandı. Burada yaşamış Semudlar efsanevi bir medeniyet kurmuşlardı. Çevredeki yüksek kayalıklarda, kayaları oyarak yaptıkları güzel evler öyle sağlamdı ki, hiçbir şekilde ne selden ve yangından ne de soğuktan ve sıcaktan zarar görmezdi. Düşmanlar da oralara ulaşamazdı.
ÇOK KİBİRLİYDİLER
Arap şiirlerinde bahsi geçen Semudlar yaşayışları ile öyle övünürlerdi ki, kimseye ihtiyaçları olmayan mükemmel varlıklar olduklarına inanırlardı. Kendilerinden olmayanları, kendileri kadar güçlü saymadıklarını küçümsüyor, onlara haksızlık yapmaktan çekinmiyorlardı. Haksızlık ne kadar süre cezasız kalabilir, er veya geç kendisini de yer bitirir. Zamanla Semudlar yeni şeyler üretemez hale geldiler, ancak zayıf gördüklerine yaptıkları aşağılamalar devam etti. Yüce Allah onlara içlerinden birini, Hz. Salih’i peygamber olarak gönderdi.
SALİH PEYGAMBER