Paylaş
Güzel bir söz söylemek için.
Yazılar okudum “dünyaya erkek olarak gelmek vardı” diye.
Fotoğraflar gördüm, sırtından bıçaklanmış kadınlar, alnının çatından
vurulmuş kadınlar. Videolar izledim, gördüğü acımasız şiddeti ardında
bırakmaya çalışırken sokak ortasında öldürülen kadınlar.
Söyleyeceğim güzel söz kursağımda kaldı.
Ve sonra şunu düşündüm. Aşka sırtımızı döndüğümüzden beri hep bunlar.
Aşk, kankisi (!) “incelikle” birlikte 60’ların sonuna doğru terk etti bizim buraları.
Ondan sonra hayat, hep yokuşa sürmeye başladı işleri. Önce estetik duygumuzu kaybettik milletçe. Hayatımızı, evlerimizi, sokaklarımızı, mimarların elinden alıp müteahhitlere verdik 70’lerle.
80’ler bahçelerimizdeki çiçekleri bir bir yolup yerine plastik şişme havuzlar yerleştirme dönemiydi. Plastik sandalyeler, plastik tabaklar, plastik masa örtüleri ile tanıştık. Üzerinde ne yersen ye, keten masa örtüsünün yerini tutmadı o bahçelerde. Zaten en sonunda bahçeyi de kooperatife verdik, bahçeye apartman diktik ya, neyse.
Sonra 90’lar geldi. Eros yeniden gözükür gibi oldu ufukta, ama bu kez
sahra telsizi gibi cep telefonlarının anteninin ucunda. Cep telefonuyla
aldığı siparişlerin bir çoğuna yetişemedi. Herkes ha bire, zırt-pırt aşık oldu.
Gece gözüne rimeli, totosuna dizeli çeken “aşık oldum” zannetti.
Eros da koy verdi işi gücü, Laila senin, Tarabya benim gezmeye başladı.
Facebook’la birlikte Eros, emekliliğini verdi nihayet. İşte, tam da bu sıralarda kadına şiddet, arsızca ve hayasızca ortalığa döküldü yeniden. Gözün gördüğü acının, mor halkalarını saklamaya gücü yetecek bir “kapatıcı stick” için Max Factor ameliyathaneden beklendi günlerce.
90’lardan itibaren hayat o kadar kadar hızlı akmaya başladı ki, “dur bi nefes al” demedi bize hiç kimse. Cafe kültürümüz o kadar gelişti ki, evlerimizin balkonunda oturmayı unuttuk. Unutmak bir tarafa balkonları içeri alıp salonlarımızı büyüttük.
Ben mi çok küçüktüm. Şiddet mi bu kadar büyük değildi eskiden?
Kadına el kalkmaz mıydı, ne Anadolu’da, ne metropolde?
Bak ne kadar özgürüz 2000’lerde. Düşüncelerimiz değilse de ruhlarımız özgür.
Ruhlar arası serbest dolaşım başladı bile. Onu beğenmezsen ötekine, ondan da sıkıldıysa berikine.
Beni soracak olursanız, ne teknolojiden mustaribim, ne metropollerden.
Evimin balkonu zaten taşındığımda yoktu.
Ama o Eros’u malulen emekli ettirmesek iyiydi.
Yavaş yavaş ölmek
Şiir okumayı unutalı çok olmuş. Bu yazı ile birlikte bu şiir de çıktı saklandığı yerden. Pablo Neruda yazmış vakti zamanında. Ben de bir köşeye not almışım. Tabii ki, bilgisayarıma!
Yavaş yavaş ölürler. Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar, müzik dinlemeyenler, vicdanlarında hoşgörmeyi barındırmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler, izzeti nefislerini yıkanlar.
Hiçbir zaman yardım istemeyenler.
Yavaş yavaş ölürler, alışkanlıklara esir olanlar.
Her gün aynı yolları yürüyenler.
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler.
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen veya bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler, tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar yavaş yavaş ölürler.
Yavaş yavaş ölürler, aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler.
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar.
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar. Yavaş yavaş ölürler.
Not: Torino için restoran ve konaklama adresleri istemişsiniz. Bu hafta köşe kadınlara, aşka ve malulen emekli Eros’a aitti. Haftaya bir kutu dolu adres vereceğim, söz...
Paylaş