Paylaş
Düşün öğle arası olmuş, işten şöyle bir hava almaya ya da karnını doyurmaya çıkmışsın, her zaman yemek yediğin lokantaya doğru yürüyorsun. Ve önünden mis kokulu bir nohut-pilav arabası geçiyor. Bir yandan da lokantada eşin, sevgilin, iş arkadaşların ya da önemli bir müşterilerin bekliyor. Beklenen oluyor. Nefsine hakim olamayıp o canım pilava dalıyorsun.
Ya da öğrencisin. Hepimizin bir zamanlar olduğu gibi. Karnınız aç, cebiniz boş. Dünyanın en zor işlerinden biri öğrenci olmak. Küçücük bir harçlıkla her şeyi yetindirmeye çalışmak. İşte tam da öyle anlardan birinde, köşeyi dönüyorsunuz hop diye pilav arabası. Ya da zaten siz o pilavcının yerini çoktan biliyorsunuz.
Veya gece yarısı bir konserden, kulüpten çıktın. Ayakların seni yine o nefis pilavcıya götürüyor.
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Şimdi soru: Milletçe hastası olduğumuz, ayağınıza kadar gelmiş pilav arabasından bir tabak şahane pirinç pilavını, gördüğünüz yerde, oracıkta yer misin, yemez misin?
İşte bu kez öyle olmadı. Yaratıcı eylemleri ile gönlümüzde taht kuran Greenpeace üyeleri, önceki gün Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı önünde eylem yaptı. Ve Bakanımız GDO’lu pilavdan yiyemeden polisin sert müdahalesi ile karşılaştı.
Peki neden?
Geçtiğimiz ay Mersin Limanı’nda yakalanan pirincin genetiği değiştirilmiş (GDO) olduğu İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından kanıtlanmıştı. Kamuoyu tepkisi büyüktü. Hemen ardından Başbakan’ın devreye girmesiyle aniden İTÜ raporu ‘süreçteki usul ve deneysel kurgu hataları’ nedeniyle ‘teknik olarak’ geçersiz ilan edildi.
Aslında Greenpeace üyelerinin (ve kamuoyunun) isteği son derece net: GDO konusundaki açıkların yasayla kapatılmasını istiyorlar! Şu an yapılması gereken yasanın esnetilmesi değil, tam tersine daha sıkı hale getirilmesi ve GDO’ların tamamen yasaklanması.
Biz zaten yiyeceğimiz kadar GDO’lu pilav, GDO’lu sebze, hormonlu meyve, kuş gripli tavuk eti yedik; üzerine radyasyonlu çayı da içtik.
Ama GDO’nun geri dönüşü olmaz... En azından çocuklarımızı (hala doğurmaya niyeti olan varsa) kurtarın!
Bir vatandaş olarak Kocaoğlu
Ben belediye başkanı olsam (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22932002.asp) yazımdan bir kaç gün sonraydı. Bir sabah erkenden telefon çaldı. “Bahar Hanım iyi günler, İzmir Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’ndan arıyorum...”
“Hah” dedim, “baltayı taşa vurdun Bahar bu kez!”
Arayan Reşat Yörük. Aziz Başkan’ın ve İzmir Büyükşehir’in basın danışmanı. Son derece kibar bir ifade ile Aziz Kocaoğlu’nun yazımı okuduğunu ve hep birlikte bir öğle yemeği organize etmek istediklerini söyledi.
Oysa ki benim en sevdiğim şey; kalabalıklar arasında görünmez, tanınmaz olmak. Mümkünse bürokratlardan sanayicilere, restoranlardan avm’lere, galericilerden dolmuş şoförlerine kimse ile tanışmamak. Ve böylece de rahat rahat gözlem yapmak. Kimseye mahçup olma derdine düşmeden, gördüğümü, hissettiğimi, kızdığımı, sevdiğimi, sevmediğimi özgürce yazmak.
Ama bir büyükşehir belediye başkanı ile tanışma fırsatını da kaçırmak istemedim. Bugüne dek sadece sert yüz hatları ile tanıdığım ve halka uzak bulduğum Aziz Kocaoğlu’nu merakla inceledim. Her Pazar Homeros Vadisi’ne ya da Büyükşehir’in başka yürüyüş parkurlarına erkenden, kimseye haber vermeden yürüyüş için gitmesini sevdim. Köyleri dolaşmasını, garsonlara davranışını, kendisini durdurup derdini anlatanları dinlemesini sevdim. Yolda onu görünce gülümseyen, heyecanlanan insanları sevmesini sevdim. Esprili, kalender ve yeri geldiğinde kendisi ile de dalga geçen bir adam oluşunu sevdim. Yaptığı hiç bir şeyi abartmadan anlatmasını sevdim bir de. Bunun için kızmıyor muyuz ona bazen, yaptıklarını iyi anlatamıyor, kendini iyi ifade edemiyor diye. Gördüm ki bu bir kişilik meselesi. Durmuş oturmuş bir karakterin varsa, kendi kendini övmeyi değil, karşısındakinin başarını takdir etmesini bekliyor insan.
Kısacası, ben vatandaş Aziz’i sevdim. Başkan Aziz içinse daha pozitif bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü koca bir metropolü yeldeğirmenlerine karşı bir başına yönetmek kolay değil.
Paylaş