BOZCAADA’nın varlığını bir arkadaşımdan öğrendim yılar önce. O kadar tutkuyla bağlıydı ki, bu üzüm kokan adaya, beni de peşinden sürükledi bir gün. Bir bahar günü adaya aşık oldum, döndüm. Zaman geçti Hürriyet Ailesi’ne katıldım.
Ve Bozcaada’yı yazacağım gün, beni ada ile tanıştıran arkadaşımdan bir mektup yazmasını istedim...
Aşağıda Sa’ada Delen’in Ada mektubunu okuyacaksınız. Hemen devamında da Ada’nın yenileri var. Bir an önce gidin. Ya da kalabalık derseniz eylülü bekleyin. Ama bizden selam söyleyin. Bahar da Sa’ada da bir gün yine dönecek deyin.
Sa’ada Delen:
Son 11 yıldır tatillerimi Bozcaada’da geçiriyorum. Zaman geçtikçe ada doldu, zamanla zamlandı, ama enerjisi hiç değişmedi. Denizinin soğukluğu, koylarının bakirliği, rüzgârı, bağı, dillere destan gün batımı, mezeleri, hesap istediğinde ‘tamam annecim’ diyen Koreli Kurtuluş Abi’nin eşi Birgül abanın herkesi sahiplenişi benim hep vazgeçilmezlerim oldu. Feribota yetişir miyiz heyecanıyla başlayan, “şu feribot kalkmasa da bir gün daha kalsak” hayıflanmalarıyla biten seyahatlerim; şehrin, trafiğin, belki de ruh halimin hep ilacı oldu. Belki de bu yüzden Bozcaada seyahatlerime Sezen Aksu’dan “bağında bahçende içimi yıkamaya geliyorum” diye mırıldanarak çıkışım. Kendimi ne kadar adalı sanırsam sanayım o kadar adalı değilim. ‘Saat kaç’ diye sorabilirim hala. Oysa gerçek adalı ihtiyaç duyarsa güneşe, gökyüzüne bakar ve bilir. Belki de budur beni adaya aşık eden... Ansızın, zamansız ve telaşsız olması. Kim bilir belki bir gün adada yerleşik hayata geçerim ya da belki de hayat beni başka keşiflere, başka yollara çıkartır... Yine de iyi bildiğim bir şey var o da uzağında olduğumda hep özlediğim bir Ada’m olacağıdır!
Zeytinyağı da yemekleri de muhteşemHasan Tefik Lokantası
İlçe merkezi, yarımadanın kuzey ucunda, yüzü Foça’ya dönük bir kasaba. Eskiden şirin bir Rum kasabasıymış. Güney Fransa’da bir Nice, bir Cote d’Azure olabilecek potansiyele sahipken zahmetli yolları, 80’lerde başlayan ve maalesef çirkin binalara yer açan yapılaşması nedeniyle, uzun yıllar gölgede kalmış.
Şimdilerde Karaburun’da bir değişim var. Çok katlı bazı çirkin binalar hala yerli yerinde, ama yine de Karaburun’a gitmek için bir çok iyi neden var. Ardı ardına açılan küçük otel ve restoranlar, havası, limanı ve köyleri; Karaburun’a iyi ki gelmişim dedirtiyor insana. Hele ki, aylardan baharsa ya da aralıkta nergis mevsimiyse.
Son iki yıldır yapımı devam eden yeni yol bittiğinde, belli ki Karaburun’un makus kaderi de değişecek. Ama yine de asla bir Çeşme olmadan ve iyi ki de olmadan, hayatını devam ettirecek.
Köyleri
İzmir-Çeşme Otabanı’ndan Karaburun tabelasını görüp sağa döndükten sonra uçsuz bucaksız zeytin ağaçları ve nefis minik koylar başlıyor. Yol üzerindeki ilk köy “İnecik.” Bir sanatçının elinden çıktığı belli olan şahane bir tabelası var. Köy 5-10 dakika yukarıda. 1500’lü yıllardan kalma, bana göre Türkiye’nin en güzel manzaralı camisi bu köyde. Yeniliman tarafına iner ve tekrar tepeye çıkarsanız Bozköy gibi yarı terk edilmiş çok güzel Rum köyleri var. Bazılarında araç yolu yok. Yürümek gerekiyor. Bence kesinlikle biraz zahmete değer.
Geçen haftaki Çeşme ve Bodrum balık restoranlarının pahalılığına ilişkin yazımdan sonra hayatımda ilk kez mail ve telefon bombardımanına tutuldum. Telefonlar bunca yıldır gittiğim, sevdiğim balıkçıların işletmecilerinden; mail’ler ise sizden geldi.
Öncelikle hiç bir restoran sahibi, yazdıklarım karşısında kabalaşmadı. Vay efendim sen bunları nasıl yazarsın demedi. Hepsi pahalılık karşısında haklı gerekçelerini sıraladı ki, birazdan değineceğim.
Okur e-postalarına gelince... Pahalılığı protesto eden yazıma yüzde 100 katıldığını söyleyen 46 mail geldi. (bknz çaylak köşe yazarının mail sayması) Ama asıl sevindirici olan içlerinden bir kaç okurun, inatla, canla, başla yıllardır gittiği salaş balık restoranını, tarif edilemez bir güzellikte savunmasıydı.
İşte, dedim. Bir müşteriyi, müşteri değil dost yerine, misafir yerine koyduğunuzda o da çıkar sizin haklarınızı çatır çatır savunur. Tabii ki, işini düzgün yapan, 1’e aldığını 10’a satmayan pek çok balık restoranı da var bu memlekette.
Karidesler Senegal’den, Kalamar Hindistan’dan. Balık restoranlarının genel görüşü şöyle:
Hayatımda en nefret ettiğim, en kıskandığım, en gıcık olduğum arkadaşımdı Ayşegül. Bir gün atlar Paris’e alışverişe gider, bir gün ailesi ile cruise gemisine biner, diğer hafta tüm gününü boş boş lunaparkta geçirebilirdi.
Üstelik bunları yaparken biz hepimiz deli gibi onu takip ederdik. Biz derken, mahallenin 7-11 yaş grubu kızlarından oluşan çetemiz. Bir gün eve gelen eczacı kadın yanağımı sıkıp “Büyüyünce ne olacaksın bakalım” dediğinde, “Ayşegül olucam” cevabı verince; annem yavaş yavaş evdeki tüm Ayşegül kitaplarını arazi etti.
İçimde kalan bastırılmış Ayşegül, üniversite yıllarına kadar sessiz kaldı.
Derken; ufak tefek işlerde harçlığımı kazanmaya başlayıp kendimi tren,
otobüs, otostop ve dolmuşlarla yollara vurdum. İşte o zaman Ayşegül ruhu gelip başköşeye oturdu.
Aşağıda, kısa bir süreliğine dünyanın bütün dertlerinden arınmış çakma Ayşegül’ün dalış macerası var. Çünkü hayat, kısa bir süreliğine Ayşegül olmaya değer. Çünkü şu kısacık ömürde, denemediğini denemeye, korkunun alt edilebilir bir duygu olduğunu öğrenmeye, kısacık bir an için bir hikaye kahramanı olmaya hepimizin ihtiyacı var.
Dalyan’dan yola çıkıyoruz
Deniz aynı deniz. Balık, kalamar, karides aynı karides. Barbunun, kalamarın adı bile aynı, gözünü sevdiğimin. Peki, biz neden 3 katı para ödüyoruz, gözünü Ege Denizi’nde açmış kayıp balık Nemo’ya?
Hikaye, mezatta başlıyor. Egeli emekçi balıkçı, sabahın tebelleşinde denizin yollarını tutuyor. Tutuyor, yüklüyor, sırtlıyor mezada getiriyor. Diyelim ki, Çeşme mezadı. Çünkü, bizim kıyılardaki en pahalı balık ve deniz ürünü oradan başlıyor. Bodrum’u da yabana atmamak gerek.
O sabahki ganimet hale gelip, açık artırmaya sunuluyor. Mezat herkese açık. Buraya kadar her şey normal. Ama mezat balık restoranlarına da açık. İşte mesele burada başlıyor. Restoranlar artırdıkça artırıyor. Evine balık almak isteyen vazgeçip mezattan çekiliyor. Balık lokantaları arasındaki rekabet iyice kızışıyor.
Sonuçta; balıkçının 3 paraya mezata sunduğu balık, 30 paraya, 40 paraya fırlıyor. Çeşme ve Bodrum dışındaki kıyı kentleri ya da kasabalarında bu rekabet daha insaflı. Bir de üzerine acayip dükkan kiraları, deli gibi içki vergisi binince; Yunan ellerinde içki dahil adam başı 16 Euro’ya kalktığın balıkçıdan, bizim kıyıda 100 kaymeden aşağı kalkamıyorsun neredeyse.
Ekte bir tablo hazırladım. Durum hiç iç açıcı değil. Bunun önlemi nasıl alınır, ne olur, ne yapılır, halkım fosforla yeniden nasıl kucaklaşır bilmiyorum. Ama gidişat fena.
SICAK bir öğleden sonra. Rüzgar hafif hafif esiyor. İstikamet Urla.
İskele’nin arkasındaki sokakları gezip yeni yerler keşfetmek niyetindeyim.
Sonra aniden karar değiştirip direksiyonu Şehir Merkezi tabelasına doğru kırıyorum.
Büyük bir meydandayım. Belediye sarayını anımsatan kocaman binanın yan sokağına arabayı park edip, ara sokaklardan birine dalıyorum. Bunca yıldır görmediğim bir manzara var karşımda. Küçük bir Ege kasabası.
Cuma günleri kurulan Urla Merkez Pazarı’nın olduğu meydana çıkıyorum.
Son 1 aydır Alaçatılıyım. Öyle hafta sonları değil, bildiğin “yerlisiyim”, okur. Tabii ki, ayda bir yerin yerlisi olamıyorsun ama ucundan kıyısından biraz o hissi tadıyor insan.
Uzun zamandır unuttuğumuz bir şey geçenlerde köyün en önemli konusuydu burada... Rüzgar sörfü! Unutmuştuk çünkü, cafeydi, bardı, takıcıydı, gece kulübüydü, tasarım dükkanıydı, galeriydi darken; Alaçatı’yı Alaçatı yapan asıl sebep aklımızdan çıkmıştı. Bundan yaklaşık 40 yıl önce Almanlar tarafından başlatılan, sonrasında Türk sporcuların devraldığı sörf tutkusu olmasa (ve tabii Leyla Figen) bugün belki de Alaçatı, Alaçatı olmazdı.
Geçen hafta ne oldu?
Gazetelerde inanılmaz iddialar ortaya atıldı. İddia özetle şöyleydi. Çağla Kubat, Bora Kozanoğlu gibi hocaların başı çektiği 8 sörf okulu birleşmiş ve Port Projesi’ni durdurma kararı istemiyle valiliğe dilekçe vermişti.
İddiaya göre, bu yıl ikincisine başlanan Port Alaçatı Evleri projesi, dünyanın en güzel koyunun rüzgarını kesiyordu. Üstelik, bu evlerin önüne bağlanan ve Port Marina’dan çıkan tekneler, sörfçüleri çıldırtacak dalgalar ve kirlilik yaratıyordu.
Haber kokusunu alınca atladım gittim sörf plajına. Şampiyonları, hocaları, kendi kendine sörf yapıp rant peşinde koşmayanları, Port’ta ev sahibi olanları, olmayanları kısacası pek çok insanı dinledim.
Öncelikle, ortada valiliğe verilmiş bir dilekçe filan yok. Pek çok sörfçü, Alaçatı Port Projesi’nin ikinci etabının rüzgarı kesebileceğine inanmıyor. Ya da belediye ile papaz olamamak adına konuşmuyor.
İki, üç gün önceydi. Beni çok meraklandıran bir haber için sörf plajlarına doğru gidiyorum. Derken başımın üzerinde pır pır bir şey uçtuğunu fark ettim. Arabayı sağa çekip bir süre şaşkın gözlerle izledim.
Açık hava helikopteri gibi bir şey. Önde biri arkada biri.
Gözden kaybolunca yoluma devam ettim. Sonra bir kez daha karşılaşınca dedim ki, “ben bunu denerim arkadaş!”
Ve sonra unuttum.
Gazeteciliğin en güzel yanı, aklınızdan geçirdiğiniz macera burnunuzun dibinde bitiyor. Okurlardan biri mail atıyor.
“Bahar, acayip bir şey denedik bugün eşimle birlikte. Tuhaf görünümlü bir şeyle 20 dakika Çeşme’nin üzerinde uçtuk. O rüzgar güllerine dokunacakmış gibi geçerken aklımız çıktı. Hayatımda denediğim en güzel ve en tuhaf deneyimdi. Telefonu bu. Adı bu. Muhakkak dene. Sevgiler.”
Oldu canım. Sen ver gazı bünyeye. Ben sonra bu deli bozuk Bahar’ı, rüzgar güllerinin kanatlarından toplayayım. Bir yanım kalk gidelim diyor.