Paylaş
18 yaşını doldurduğum yaz, Sirkeci Garı’ndan kalkan bir trenle başladı dünyaya yolculuğum. Şanslıydım, şimdi gökyüzünde olan Ağır Ceza Hakimi babamın ¨bir gün lazım olur¨ diye çıkarttığı yeşil pasaportla, sigortalı bir işe girene dek; kah tren garlarında uyuyarak, kah hostellerde kalarak yolculuk ettim.
2005 yılıydı ilk Amerika vizeme başvurduğumda.
Üniversite 1. sınıftan itibaren çalıştığım için okul, güç bela yeni bitmiş, epeydir de çalışma hayatına geçtiğim için yeşil pasaport yerini çoktaaan laciverte bırakmış, bense sadece vize parası ve seyahat parası yetiştirmek için çalışır hale gelmiştim.
Sigortalı bir işte çalışıyorum ama asgari ücretle. Dolar 1,2 TL filan olması lazım. 2004 ekonomik krizinden yeni çıkmışız. Hayalim Amerika’da yaşayan kuzenlerimde kalarak yeni dünyayı görmek, bir okul, kurs filan denk getirirsem bir süre postu sermek.
2001 yılından 2005 yılına kadar bunun için para biriktirmişim, düşün. Üzerimde bir reklam ajansında metin yazarı olarak çalıştığıma dair bir cılız SSK belgesi. Başka ne tapu, ne araba ruhsatı… Bir de sağ olsun vizyonu geniş olan patronumun eğitime gidip geri geleceğime dair imzaladığı bir A4 kağıt.
4 yıl öncesinden kalma yeşil pasaportumu da koyuyorum ki evrakların arasına, vize alma şansım az biraz artsın.
2 gün sonra vize randevum var. İzmir’den İstanbul’a gideceğim. İşten çıkıp üst kat komşumuza gidiyorum. Annem orada altın gününde. Kara kara düşünüyorum çayımı içerken. Yan komşumuz Zeliha Abla diyor ki, ¨Ay olmaz böyle, vize mize vermezler sana, sana Louis Vuitton çantamı vereyim, bari koluna onu tak.¨
Neden koluma taktığımı hiç anlamadığım havalı çanta, beyaz gömleğim, fönlü saçlarım, kocaman gülümsemem, onan daha kocaman sahte özgüvenim ve minik topuklu babetlerimle, tam randevu saati giriyorum İstinye’deki Amerikan Konsolosluğu’ndan içeri.
Numara sıramıza göre camlı bir bölmenin arkasına alınıyoruz.
Karşımda tam 7 tane banko var. Hangisi senin numarana eşleşirse o bankoda ilk mülakata giriyorsun. Ortadaki kadın epey sinirli görünüyor. Önündeki kızı epey terletiyor.
¨Nolur o kadın olmasın, nolur o kadın olmasın¨ diye dua ederken, numaram yanıyor. Şanslıyım, bana en soldaki güler yüzlü Mayk (ismini tamamen uydurdum) denk geliyor.
Gülümseyerek bankoya doğru gidip sapına sıkı sıkı yapıştığım ve kaç bin avro olduğunu bilmediğim çantayı, bankonun üzerine koyuyorum (Çüşşş!)
Adam belli belirsiz bıyık altı gülümsüyor. ¨Çantan da güzelmiş¨ diyor. Bana daha bir güven geliyor. (Ulen saftirik! Adam önündeki bilgisayardan senin şecereni okuyor. Kesin çantayı Zeliha Abla’nın emaneten verdiğini bile görmüştür.)
İlk mülakat başarılı, sırada ikinci etap var. Temiz yüzlü Çek bir kadın görevliye denk geliyorum. New York’a neden gitmek istediğimi soruyor gülümseyerek. 3 numaralı sahte sırıtışım ve 7 numaralı sahte Amerikan aksanımla İngilizce cevap veriyorum. ¨Well, biraz alış veriş yapacağım, biraz gezeceğim, bir de metin yazarlığı kursu bakacağım kafama göre bulabilirsem¨ (Ay hangi alışveriş acaba, emanet çanta ve asgari ücretli maaş ve biriktirdiğin 300 – 500 dolarla?)
Sonuç olarak çantanın kerametinden midir, sevimliliğimden midir yoksa acıdıklarından mıdır bilinmez kapıyorum 10 yıllık vizeyi.
Ve Amerika maceram, bir sabah vakti, şimdilerde Türkiye’ye uçmayan ucuz öğrenci uçağı Delta Airlines ile bir Rafet El Roman şarkısı tadında başlıyor.
Tam oradayken bir devalüasyon daha oluyor ve babam arayıp diyor ki, ¨kızım bittik, dolar 1,3 TL oldu, çabuk geri dön¨
Tey teeey, o günler daha yeni başlayan bir dizinin 1. epizoduymuş. 5 yıla hepimiz LOST olacakmışız, haberimiz yokmuş.
Sonraları hayatım vize kapılarında geçiyor. Fransa, Almanya, Hollanda, Yunanistan... O vermez, bu verir. Bu 1 aylık verir, aman Yunan 3 günlük verir. Fransa’ya koş en uzun o veriyormuş. Fransa’dan alıp İtalya’dan girdim, Fransızlar artık vermiyor... bla bla!
Hal böyle iken Euro geldi 4,4’e, Dolar geldi 3,6’ya dayandı. Öyle bir duruma geldik ki, Avrupa Birliği ¨Buyur sevdiceğim sana sıcak esspresso demledim¨, New York Belediye Başkanı da ¨Yanına da bir dilim balkabaklı cheesecake kestim¨ dese gidecek durumda değiliz. Kabak başımıza öyle patlamış.
Diyeceğim o ki; bu ülkenin gençleri seyahat özgürlüğünü geri istiyor Beyler Bayanlar! Serbest ticaret hacminiz, berbat ettiğiniz dış politakanız, ihracatınız, ithalatınız bizi zerre kadar ilgilendirmiyor.
Biz Picasso’yu yerinde görmek, Louvre’un merdivenlerinde hayran hayran bakakalmak, Michalengelo’nun Davut Heykeli karşısında apışmak, bizden esirgenen mimariye kafa yormak, sokak konserlerinde bağıra çağıra şarkı söylemek, aşık olmak, Paris köprülerinde evlenme teklifi almak, Amsterdam sokaklarında ezilme tehlikesi yaşamadan bisiklete binmek istiyoruz.
Hayır siz bizim evlenme teklifi alma hürriyetimizle neden oynuyorsunuz?
Hindistan ya, Hindistan vize istiyor bizden. İki hari hari krişna yapıp döneceğiz neyin vizesi?
Pasaportuna bile dünyanın parasını bayıldığımız bir ülkenin evlatları olarak SEYAHAT ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜ GERİ İSTİYORUZ.
Yoksa yani, yemişim vizesini.
Paylaş