2 çocuk, 8 büyük...
Gözlerimizi aynı adama dikmiş bakıyoruz.
Hayran hayran...
Can kulağıyla dinliyoruz.
Yüzünün her milimini inceliyoruz.
Hepimiz, bu adamdan çok ama çok etkileniyoruz.
Küçükten büyüğe...
İkibuçuk yaşındaki Alya’dan, 70 yaşındaki Ayten Teyze’ye...
Önceleri çaktırmıyoruz ama sonra açık açık onu ne kadar beğendiğimizi birbirimize itiraf ediyoruz.
En cesurumuz Alya, ilk adımı o atıyor.
Adı Bülent ama "Bülent Abi" yerine "Prens Abi" diyor.
Hayır efendim, yanlışlıkla değil!
Onu Külkedisi’ndeki beyaz tenli prense benzettiği için...
Müthiş bir kahkahayı büyük bir tezahürat takip ediyor. Ama kimse itiraz etmiyor. Bu benzetme, hepimizin hoşuna gidiyor. Ve o andan itibaren biz de onu "Prens Abi" diye çağırmaya başlıyoruz.
*
Prens Abi, Bülent Saraloğlu, bizi Trabzon havaalanında karşılayan rehberimiz...
Ardeşenli. Has Laz. Lazlığından gurur duyan biri.
Hayali at üzerinde dolaşan kaymakam olmakmış. Ama Bilkent kamu yönetiminde okurken aniden fikrini değiştiriyor. Mezun olur olmaz kapağı İstanbul’a atıyor, doğa turizmi rehberi olarak çalışmaya başlıyor.
7 yıl önce de kuzeni Okan Yenigün’le Bukla Mania acentesini kuruyor.
Biz Doğu Karadeniz’e Setur’un turuyla gittik, Setur, Karadeniz turlarında Bukla Mania’dan hizmet aldığı için Prens Abi’yle tanıştık.
*
Prens Abi, benim kafamdaki Laz imajını değiştiren adam.
Hem mesafeli hem samimi. Hem geleneksel hem modern. Kibar, esprili, bilgili, konusuna acayip hakim. Abercrombie şortlar giyiyor, türküler okuyor, horon tepiyor. Hem çok oraya ait hem hiç değil.
İnanılmaz hoş tezatları var.
Bedeni de güzel.
Bir de kuşları var.
Bavulları yukarı kaldırırken, tişörtü sıyrılıyor.
Hepimiz birden bakakalıyoruz. Birbirimizi dürtüyoruz, "Kuşları gördün mü?" diye.
Aman Allah’ım bir dövme, bu kadar mı güzel yakışır bir insana!
Kuşlar, sanki belinden omuzlarına doğru uçuyor...
Alya, "Prens Abi, dokunabilir miyim?" diyor.
Alya, aramızda en dürüstümüz.
O, nasıl hissediyorsa öyle davranıyor.
Havaalanından bindiğimiz minibüs, kıvrıla kıvrıla Sümela’ya doğru ilerliyor, Alya ise gözlerini dikmiş, Prens Abi’ye bakıyor, bakışlarıyla onu taciz ediyor.
"Alya yola baksana, ne güzel ağaçlar var..." diyorum, oralı bile olmuyor.
Olmadığı gibi mola verdiğimiz Meryemana Deresi kenarındaki Coşandere tesislerinde (olağanüstüydü yemekleri) bildiği bütün numaralarını Prens Abi’ye gösteriyor.
Şarkılar mırıldanıyor.
İngilizce 10’a kadar sayıyor. Four’u atlıyor, seven’a heavan diyor, olsun Prens Abi alkışlıyor ya, Alya mest oluyor.
Derken kendini onun kucağına atıyor, en can alıcı numarasını çekiyor: Dizindeki yarayı gösteriyor.
Benim kızım, bir erkeği etkilemek istiyorsa, böyle yapıyor, yaraları gösteriyor.
"Dizimdeki uf geçti. Bu da parmağımdaki...." diyor.
Sadece Alya değil, grubumuzun en yetişkin kadınları da Prens Abi’ye hayranlık duyuyor.
"Bülentcim, salatayı soğanlı mı yersin soğansız mı?" filan diyor annem ve Ayten Teyze...
Rehberimizin bu kadar cazip ve çekici olması, Doğu Karadeniz maceramızın renkli geçmesinin en önemli sebeplerinden biriydi.
*
Sizi bilmem ama ben hep istedim...
Doğu Karadeniz turu yapmak...
O yaylalara çıkmak...
Ama işte, bir türlü denk düşmedi.
Atlas gibi dergilerdeki o muhteşem fotoğraflara bakıp bakıp, iç geçirirdim. Biraz da korkardım, oralara gitmek için Cemal Gülas mı olmak lazım diye, çok fit, çok sağlıklı mı olmak lazım diye.
Ben hep Heidi çizgi filminin çekildiği yerlere benzer yaylalarda hayal ettim kendimi.
Bulutlarla dağlar içi içe geçmiş, her taraf ladin ormanları...
Dağların en tepesinde bir yayla...
Dumanı tüten birkaç ev var orada. İşte o evlerden birinde kalıyorum, o köyün insanlarıyla sohbet ediyorum, şehirden, telefondan, gürültüden, her türlü kirlilikten uzaktayım, şıpır şıpır terlemiyorum, hatta biraz üşüyorum...
Ama işte bir türlü bu hayalimi gerçekleştiremedim. Nasıl yapılır, nasıl gidilir bilemedim. Denk düşmedi.
Allah Ayten Teyze’den razı olsun.
Bir süre önce eşini kaybetti. Kızlarından onu Doğu Karadeniz’e götürmelerini istedi.
Biz de onlara takıldık...
Maaile buralara geldik...
İyi ki geldik...
İlk durağımız Sümela...
O olağanüstü yapıdan etkilenmeyen biri var mıdır acaba dünyada?
Kayaların içine oyulmuş müthiş bir şey... Çığlıklar atarak sevinç içinde ulaşıyoruz, inanılmaz virajlı bir yoldan. Ama değiyor, işte Sümela bütün haşmetiyle orada duruyor.
Alya, kid carrier’le yukarı kadar taşınıyor.
Bir kısmında ben taşıyorum onu, artık yürüyemez hale gelince de diğer rehberimiz Alp (Demirkaya) paketi teslim alıyor.
Ve ve ve Sümela’nın içindeyiz...
Bu mu yani?
Aman Allah’ım!
Ne kadar büyük hayal kırıklığı duyduğumu anlatamam.
Dışarıdan o muhteşem görünen şeyin içi ne öyle...
Utanç kaynağı...
Vandalizmin kurbanı...
İkonalar kırılmış, parçalanmış, gözleri oyulmuş, üzerinde neredeyse tüm Türkiye’nin nüfusunun kaydı var. Her gelen bir şey yazmış. Güya son yıllarda kıymeti anlaşılmış ve restorasyon yapılmasına karar verilmiş. Ama maalesef, restorasyon bir felaket, o kadar acemice ki. Sıradan taş ustalarına, sıva ustalarına yaptırılmış gibi duruyor, ahşap işçiliği de keza öyle. Birebir aynısı değil benzetme çabası var. Taşlar da yerli taş değil. Bildiğimiz kaldırım taşları döşenmiş. Taşlar Anadolu’nun değişik yerlerinden getirilmiş. Sırıtıyorlar. Taş duvar yapılara, bir de uyduruk kaydırık kötü bir sıva yapılmış ve sarıya boyanmış. Ahşaplar eskitilmemiş, ikonalar restore edilmemiş.
Oysa, bu işi çok güzel yapan üniversitelerimiz var.
Yok mu?
Yani ne diyeyim...
O kadar üzücü ki...
Prens Abi’nin deyişiyle "Sümela dışından vayyyy, içinden fosssss..."
Kös kös aşağı iniyoruz ve Çamlıhemşin’e doğru yola çıkıyoruz...
MISIR EKMEĞİNİ SUŞİYE YEĞLERİMAklım 19’unda, ruhum 25’inde, derim 33’ünde, belki ölürüm 43’ünde. Taşrada büyüdüm, Lazım. Duygusalım, romantiğim, her şeye ağlayabilirim, sen gözyaşımdan öp beni. Özgürlük benim göbek adım, idealistim, ideallerimi yaşıyorum. Tabuları sevmem. Gösteriş yapmam ama takdir edilmeye bayılırım. Utangacım, gözünü dikip bana bakma, dizlerim dolanır. Prensiplerim vardır ama esnetebilirim. Mısır ekmeğini suşiye yeğlerim.